8 Eylül 2024 Pazar

ADIMIZ KOKMASIN!

 Antik Mısır cenaze törenlerinde bok böceklerinin önemli bir rolü vardı. Bunun sebebi, Antik Mısır’da bok böceklerinin “yeniden doğuşu” simgelemesiydi. “Bir bok böceği yeniden doğuşu nasıl simgeleyebilir ki?” diye soruyorsanız eğer bu sorunun cevabını bok böceklerinin üreme şeklinde aramanız gerekir. Zira yumurtalarını dışkıdan yaptıkları iri bir kürenin içine aşılayan bok böcekleri, bu küreyi başları hep doğuya dönük olarak arka ayaklarıyla yuvasına itip gömer, yavruları belirmeye başladığında ise gömdüğü küreyi topraktan çıkarıp suya götürür. Böylece küre suda erimeye başlar ve yavrular ortaya çıkar. Antik Mısır’da bok böceklerinin kutsal sayılması ve yeniden doğuşu simgelemesi işte tam olarak bu böceklerin dışkıdan yaptıkları küre ve küreye aşıladıkları “canlılık” (yani yavruları) ile ilgilidir. Yaptıkları küre şekli ve küreye aşıladıkları canlılık ile Güneş tanrısı Ra ile de özdeşleştirilen kutsal bok böceği, Antik Mısır’da genç güneş tanrısı Khepri olarak anılmış ve “doğmakta olan” anlamına gelen “scarabeus” olarak isimlendirilmiştir (bir not: yazının başlığı olan “adımız kokmasın” cümlesinin “bok” böceğinden değil, başka bir hayvandan kaynaklandığını görmek için okumaya devam etmeniz gerekiyor=))

Güneşin her gece öldüğü ve her sabah bir “bok böceği” yani bir “scarabeus” olarak yeniden doğduğu düşünüldüğünden bok böceklerine antik Mısır’da önemli “yenilenme” güçleri atfedilmiştir. Ölen kişinin de bu yenilenme güçlerinden yararlanabilmesi ve böylece öbür dünyada yeniden doğabilmesi için scarabeus tılsımları (scarablar) cenaze törenlerinde sıklıkla kullanılmıştır. Bok böceği şeklindeki bu “scarablar” mezarların muhtelif yerlerine ve özellikle ölen kişinin kalbinin üstüne yerleştirilirdi. Zira ölen kişinin kalbi, çakal başlı tanrı Anubis tarafından kırk iki yargıç tanrının bulunduğu mahkemenin huzurunda adalet terazisinde bir tüyle tartılacak ve kalp tüyden ağır gelirse timsah tanrı Sobek (bazı kaynaklarda yılan tanrı Apep) tarafından yutulup sonsuza kadar yok olacaktı. Bu sebeple ölen kişinin kalbinin “kişinin aleyhine tanıklık etmemesi”, Sobek veya Apep tarafından yutulup tamamen yok olmaması için  çok önemliydi. İşte ölen kişinin kalbinin üstüne yerleştirilen bu scarablar, kalbin aleyhte tanıklık etmemesi için birtakım büyülü sözler içeriyordu.

Bu yazının çıkış noktası da söz konusu büyülü sözlerde kullanılan bir “belirtme sıfatıdır” (determinative) aslında. Antik Mısır hiyerogliflerinde cümlede bahsi geçen kişiyi, olayı, nesneyi, fiili vb. şeyleri tanımlamak için ismin sonunda belirtme sıfatları kullanılırdı. Bu belirtme sıfatları göz, kadın figürü, erkek figürü, papirüs rulosu, yürüyen bacaklar, çizgiler vb. pek çok sembolden oluşmaktadır. Benim ilgimi çeken ve beni bu yazıyı yazmaya sevk eden ise bir scarabda geçen cümlede belirtme sıfatı olarak kullanılan özellikle bir sembol oldu.

ölen kişinin kalbinin üstüne koyulan bir scarab tılsımı


Yukarıdaki görsel, koyu gri bir taş parçasından oyularak yapılmış bir scarab tılsımına aittir. Üzerinde ölen kişinin ölüler diyarına “güvenli bir şekilde geçişini” sağlamak için yazılan büyüler barındıran bu scarabdaki ilgimi şeken bölüm ise şu sözlerdir:

“…Ey benim kalbim! Bana karşı tanıklık etme! Yargı mahkemesinde terazinin bekçisinin önünde (Anubis’in adalet terazisinden bahsediyor) bana karşı düşmanlık gösterme! Çünkü sen benim içimdeki Ka’msın (Ka, antik Mısır’da canlılıkla ilişkilendirilen ruhtur). Gitmek için acele ettiğimiz güzel yere (öbür dünya) doğru git! “Adımız kokmasın!” Tanrıların huzurunda yalan söyleme!...”

Eveet, sizce antik Mısırlılar tırnak içinde kalın olarak gösterdiğim “Adımız kokmasın” cümlesinin sonunda sizce hangi belirtme sıfatını kullanmış olabilirler? Tabii ki “balık” sembolünü=) (yukarıdaki görselde işaretli olan kısma bakınız). Kişisel olarak balıkları sadece denizde yüzerlerken seven, kokusundan tiksinen ve balık yemeyen biri olarak antik Mısırlıların “kokmak” fiilini nitelemek için balık sembolünü tercih etme sebeplerini kesinlikle anlayabiliyorum=)

Peki antik Mısırlılar “adımız kokmasın” ile neyi kastetmiş olabilirler? Bu cümle, “mahkemede kırk iki yargıç tanrının huzurunda kalbim tartılırken benim için söyleyeceklerinle tanrıların ‘midesini bulandırma’, ‘onları iğrendirme’, yani ‘benden bir pislikmişim gibi bahsetme’ şeklinde yorumlanabilir=) Vee tüm bu anlamı bir balık sembolüyle verme fikri, bana gerçekten çok ilginç geldiğinden böyle bir yazı yazmak istedim. 

Günümüzde hayvana, insana, doğaya eziyet edip kalbini taşlaştıran insanların öte dünyada kalplerinin onlar aleyhinde tanıklık edip "adlarını kokutacaklarını", böylece Sobek tarafından yutulup sonsuza kadar yok olacaklarını düşünerek kendimi avutmaktan başka bir şey yapamıyorum... Yine de iyi bir dilekle yazıyı sonlandırmak isterim:

“Adımız kokmasın!” 🐟

30 Haziran 2024 Pazar

ATUM'UN GÖZYAŞLARI

 Mısır mitolojisi insanın yaratılışıyla ilgili iki hikâyeden bahseder. Söz konusu hikâyelerden biri olumsuz, diğeri ise olumlu bir hikâyedir. İki hikâyenin de ortak noktası, insanların yaratıcı güneş tanrısı Atum’un dökülen gözyaşlarından yaratılmasıdır. 

Yaratıcı güneş tanrısı Atum

Mısır dilinde “insanlar” ve “gözyaşı” kelimelerinin sesteş olmasının sebebi de budur. Atum’un gözyaşlarının dökülme sebebi itibarıyla hikâyelerden biri olumsuz, diğeri ise olumludur. İlk olarak 714 numaralı sanduka metinlerinde geçen olumsuz hikâyeden başlayalım [sanduka metinleri, defin malzemelerinin üzerine yazılan çeşitli büyülü ya da özlü sözlerdir, orta krallık dönemine kadar (M.Ö. 2050-M.Ö. 1650)  sanduka metinleri yazma geleneği sürdürülmüştür]:

Orta Krallık 12. Hanedanlık dönemine ait bir sanduka metni (M.Ö. 1985-M.Ö. 1795)


Yaratıcı güneş tanrısı Atum, çocukları Tefnut ve Shu’yu araması için kızı güneş gözü tanrıçasını görevlendirir. Shu, kendi çocukları olan ve birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış yeryüzü tanrısı Geb ve gökyüzü tanrıçası Nut’u ayıran hava tanrısıdır. Shu’nun hem kız kardeşi hem de eşi olan Tefnut ise nem, çiğ, sis ve yağmur tanrıçası olarak bilinmekle birlikte Tefnut’un Atum’un tükürüğünden yaratıldığı söylenir. Zira tükürme eylemi sırasında çıkan ses ve tefnut kelimesi düşünüldüğünde ikisi arasında benzerlik ilişkisi kurmak mümkündür. Dolayısıyla yazının başında ifade ettiğim gözyaşı ve insan kelimeleri arasındaki sesteşlik ile tükürme eylemi ve tefnut kelimesi arasındaki sesteşlik ele alındığında antik Mısırlıların kelimelerle oynamayı sevdikleri ifade edilebilir. 

İnsanın yaratılışıyla ilgili olumsuz hikâyeye dönelim. Atum’un Tefnut ve Shu’yu araması için görevlendirdiği güneş gözü tanrıçası farklı isimlerle de anılan bir tanrıçadır. Ra’nın gözü olarak da bilinen bu tanrıça bazı yerlerde aslan tanrıça Sekhmet veya inek tanrıça Hathor olarak da isimlendirilir (Burada Ra’nın gözünü Horus’un gözü ile karıştırmamak önemlidir. Zira Horus’un ezeli düşmanı Seti tarafından çıkarılan ve sonrasında Thoth tarafından iyileştirilen gözü çok farklı bir hikâyedir. Merak edenler konuya yönelik bu yazımı okuyabilirler). Yaratıcı güneş tanrısı Atum, kızı güneş gözü tanrıçası olmadığı zaman adeta kördür. Güneş gözü tanrıçasının yokluğunda Atum, yaratıcı sezgi ve önsezi gücünü geçici olarak yitirir. Bu durum Atum’u zayıflatır, Atum'un sağduyusunu yitirmesine sebep olur. Kızı güneş gözü tanrıçasının yokluğunda bir hâyli sıkılan ve kendini yapayalnız hisseden Atum kendine yeni bir güneş gözü edinir/yaratır. Kızı güneş gözü tanrıçası, döndüğünde yerini başkasının aldığını görünce büyük bir öfke nöbeti geçirir. Atum’a büyük bir öfke ve nefret duyar. Kendisine duyulan öfke karşısında üzülüp gözyaşı döken Atum’un gözyaşlarından insanlık oluşur. Dolayısıyla bu hikâyede insanlar öfke ve mutsuzluğun bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple insan, “mükemmel olmayan” bir üründür.

Tanrıça Sekhmet (güneş gözü tanrıçası)

Güneş gözü tanrıçası Atum’a duyduğu öfke sebebiyle adeta bir soykırım yapar ve insanlığı yok etmeye başlar. Öfkesi sebebiyle binlerce insanı adeta katleden güneş gözü tanrıçası öfkeli durumunda aslan tanrıça Sekhmet’tir. Öfkesi gözünü kör eden Sekhmet, Atum’u duyamaz. Bu sebeple Atum Sekhmet’i kandırmak için çölü biradan oluşan bir karışımla kırmızıya boyar. Zira Atum, kendi yarattığı insanlığın yok olmasını istemiyordur. Çöldeki bu kırmızılığı kana benzeten Sekhmet bunu içer ve sarhoş olur. Ayıldığında (uyandığında) ise artık öfkesi dinmiş, insanlara karşı barışçıl bir tanrıça olan Hathor’a dönüşmüştür. Atum ise bir süre sonra insanları yönetmekten sıkılır ve gökyüzü tanrıçası Nut’a kendisini cennete götürmesini ister. Atum artık yeryüzünden çekilmiştir. İnsanlığı terk etmiştir.

Atum’un yokluğunda yeryüzünü İsis, Osiris, Seth ve Horus idare eder. Fakat kaos tabii ki hâlâ bitmemiştir. Osiris’in kardeşi Seth tarafından bedeninin bin parçaya ayrılması, Horus’un yine amcası Seth tarafından gözünün oyulması ve daha nice çekişme, kaos, düşmanlık, entrika devam etmiştir. Tüm bunlar başka bir yazının konusu olsun ve biz insanlığın yaratılışı hikâyesine devam edelim.  

Kutsal dokuzlular (ennead) olarak ifade edilen tanrı/tanrıça grubu (bu görselden ennead'ın soy ağacını görmek mümkün)

İnsanlığın yaratılışıyla ilgili olumlu hikâye ise Bremner-Rhind papirüsünde geçer (söz konusu papirüste İsis ve Nepthys’ın şarkısı, karanlığın ve kaosun yılan tanrısı şeytani Apep’i yenmekle ilgili metinler ve ritüel metinleri yer alır). Hikâyenin bu versiyonunda yaratıcı güneş tanrısı Atum, çocukları Shu ve Tefnut’un dönüşünden duyduğu mutluluk sebebiyle gözyaşı döker ve doktüğü bu mutluluk gözyaşlarından insanlık oluşur. Dolayısıyla bu hikâyeye göre insanlık, mutluluk gözyaşlarının bir ürünüdür.

Mısır mitolojisine göre insanlar Atum’un gözyaşlarının bir ürünüdür. Bir versiyona göre mutsuzluğun bir ürünü olarak “kusurlu”, bir versiyona göre ise mutluluk gözyaşlarının bir ürünü. Bu noktada hangi versiyonu kabul edeceğiniz insanlığa ilişkin algınızla ilgili. Öte yandan insanlık tarihine bakıldığında insanların isyankâr, yağmacı, yıkıcı, kaotik, haksızlık yapan rolüne uygun olarak Atum’un mutsuzluk gözyaşlarının bir ürünü olduğunu düşünmek çok da zor olmayacaktır. Siz ne dersiniz?

23 Nisan 2024 Salı

RAMSES, ŞİMDİ SEN DE HERKES GİBİSİN: ANTİK DÖNEM FİLTRELERİ

 

Günümüzde estetik operasyonlar ve fotoğraf filtreleri gibi “hilelerle” artık herkes neredeyse parmak izleri hariç birbirine benzer oldu. Kişiye has özellikler yerini medya ve/veya tüketim toplumu tarafından empoze edilen “idealleştirilmiş” güzellik kriterlerine bıraktı. Günümüzdeki sözüm ona güzellik kriterlerine kendini kaptırıp kendi bedeninden memnuniyetsiz olanlar ise soluğu estetik operasyonlarda, üstüne bir de fotoğraf filtrelerinde alır oldu. Böylece kendi bedeninin bir “tüketicisi” hâline gelen birey (!) hem estetik operasyonlar hem de fotoğraf filtreleriyle üst üste “bozuma” uğrayan bedeniyle biricikliğinden gittikçe uzaklaştı ve “ifadesizler” çukuruna düştü. Ama konumuz bu değil!..

Aslında konumuz tam olarak bu değil dersem daha doğru olur. Zira bu yazımda “idealleştirilmiş güzellik algısının” antik Mısır döneminde de mevcut olduğundan bahsedeceğim. Tabii ki antik Mısırlıların dudak dolgusu, badem göz vb. estetik operasyonlar yaptırdığını söylemiyorum=) Bununla birlikte antik Mısırlıların “dolgun dudak”, “badem göz” ve “dar burun” gibi beden özelliklerini idealleştirdiklerini söylüyorum. Zira antik Mısır sanatından (duvar çizimleri ve heykeller) anlıyoruz ki insan figürleri çoğunlukla dolgun dudak, badem göz ve dar burun gibi dikkat çekici ve idealleştirilmiş fiziksel özelliklerle tasvir edilmiştir. Antik Mısır sanatı bu idealleştirilmiş güzellik standardını o kadar benimsemiştir ki bütün firavun heykelleri neredeyse birbirinin aynı ve “tekdüze” özellikler göstermiştir. Tıpkı günümüzün “ifadesizler” çukuruna düşenlerin tekdüzeliği gibi…

Antik Mısır tasvirlerinin tekdüze olmasının sebebi antik Mısırlıların idealleştirilmiş güzellik takıntısı mı yoksa sanatçıların tarzı mı tartışılır. Firavunların, düşmanlarına korku salmak ve gözdağı vermek için heykellerini kendi gerçek görüntülerine benzer değil de “güçlü kuvvetli” ve “fit” görünümlü olacak şekilde yaptırdıkları yönünde görüşler mevcuttur. Öte yandan firavun kaç yaşında olursa olsun onu yaşlı olarak değil de gençliğinin baharındaki hâliyle tasvir etmek de antik Mısır sanatında yaygındı. Bu sebeplerle antik Mısır tasvirleri ideal ve tekdüze görüntüyü yansıtacak şekilde yapılmış olabilir.

Antik Mısır sanatçılarının, insan tasvirleri için kullandıkları kılavuz ve ızgara sistemi de söz konusu tekdüzeliğin bir sebebi olabilir. Zira antik Mısır’ın iki boyutlu sanatında insan figürlerini düzenlemek için kullanılan kılavuz ve ızgara sisteminde kişinin gerçek boyu ve kilosunun bir önemi olmaksızın herkesin kapladığı alan aynıydı.


Antik Mısır sanatında kullanılan ızgara sistemi. 18.-25. Hanedanlık dönemlerinde ayak tabanından saç çizgisine kadar 18 parça kullanılırken 25. Hanedanlıktan sonra 21 parçadan oluşan yeni bir ızgara sistemi geliştirilmiştir.

Buna ek olarak iki boyutlu sanatın bir ürünü olan “perspektif görünüm” de antik Mısır tasvirlerinin birbirine benzemesinin bir diğer sebebi olarak ortaya çıkar. Figürün genelinin yandan tasvir edilmesiyle oluşan perspektif görünümde göz, kaş ve omuzlar sanki önden görünüyormuş gibi tasvir edilir. Perspektif görünümde her iki kol ve el de görünür şekildedir. Bir bacak ve ayak yürüyormuşçasına her zaman diğerinin önünde, her iki ayak başparmağı da görülebilecek şekildedir. Bir insanın “gerçekte böyle durmasının imkânsız olduğu” (zira normal bir insanın profilden durup sağında/solunda kalan birine doğrudan bakması pek mümkün değil) iki boyutlu antik Mısır sanatındaki perspektif görünümün amacı vücudun çeşitli bölgelerini olabildiğince göstermektir.


Hunefer papirüsünden bir sahne. Anubis ve arkasındaki Hunefer'in perspektif görünümlü tasviri.

Antik Mısır’ın ızgara sistemi ve perspektif görünüm özellikli iki boyutlu tasvirlerinin yanı sıra atölyelerde “seri olarak” üretilen heykeller de tekdüzeliğin bir başka sebebi olarak ifade edilebilir. Seri ve idealize edilmiş bedensel özellikleri yansıtacak şekilde “antik filtreli” olarak üretilen heykellerin kime ait olduğu ise çoğunlukla üzerlerinde yazılı isimlerle anlaşılır. Hatta çoğu zaman heykeldeki ismin silinip aynı heykele başka bir firavunun isminin işlenmesi de söz konusu olabilmekteydi. Zira antik Mısır sanatında önceki hükümdarların bıraktıkları eserleri mevcut hükümdarlar için işlemek yaygın bir uygulamaydı. Örneğin Mısır’ın 19. Hanedanlığının üçüncü firavunu olan ve 66 yıl hüküm süren 2. Ramses antik Mısır’ın en üretken inşaatçılarından biri olmasına rağmen seleflerinin tapınaklarını ve heykellerini kullanıp üzerlerine kendi isimlerini ve yazıtlarını işletmiştir. Seleflerine ait heykellerin yüz hatları ve ismi 2. Ramses’e göre değiştirilip düzenlense de heykellerin idealize edilmiş bedensel özellikleri sürdürüldüğünden tekdüzelik devam etmekteydi.


2. Ramses'in antik filtreden geçmiş (idealleştirilmiş bedensel özelliklerle tasvir edilmiş) ihtişamlı heykeli (Mısır Müzesi, Kahire)

Antik Mısır sanatında tekdüzeliğe aykırı olan ve antik filtre kullanılmadan “doğal” görüntüyü yansıtan heykeller ve tasvirler nadir de olsa bulunur. Örneğin yazman (kâtip) heykellerinde söz konusu doğallığı görmek mümkündür. Oturur pozisyonda tasvir edilen yazman heykelleri idealize edilmiş beden ölçülerinden çok uzak, genellikle şişman ve gevşek vücutlarıyla gösterilmiştir (belki de genel yazman portresine uymayan tek yazman, yazıcıların tanrısı Thoth’tur, o da tanrı kontenjanından nasibini alıp gayet fit bir şekilde tasvir edilmiş olsa gerek). Antik Mısır’da yazmanlık, arzu edilen gözde mesleklerden biriydi. Zira yazmanlık, piramit işçiliği gibi ağır fiziksel emekle geçen bir hayattan kurtulmak anlamına geliyordu. Yazmanların sürekli oturarak yazı yazması ve fiziksel açıdan hareketli bir hayatlarının olmaması, kilolu olmalarını beraberinde getirmiş olabilir. Dolayısıyla kilolu bir şekilde ve filtresiz olarak tasvir edilen yazman heykellerinin gerçek görüntüyü yansıtan nadir heykellerden biri olduğu ifade edilebilir.


Bir antik Mısır yazman heykeli. Gövde kısmındaki katmanlar "baklava" değil, gayet gerçekçi ve filtresiz yağ katmanları=)

Tekdüze ve filtreli firavun heykellerine epey “aykırı” olan ve gerçeği yansıttığı düşünülen firavun heykelleri Mısır’ın “aykırı” firavunu Akhenaton döneminde görülür. M.Ö. 1353-1336 yılları arasında Mısır’ı yöneten Akhenaton, tüm Mısır tanrılarını reddedip tek tanrı (Aten) inancını getirmesiyle ve benimsemesiyle tanınır. Bu özelliği, Akhenaton’un aykırı firavun olarak bilinmesinin en önemli sebebidir. Akhenaton’un aykırılığını döneminin sanatında da görmek mümkündür. Zira söz konusu dönemdeki sanatsal tasvirlerin idealize edilmiş filtreli görünümden epey uzak, gerçek görüntüye ise çok yakın olduğu görülür. Örneğin Akhenaton’un heykellerine bakıldığında onun fit ve maskülen görüntüden uzak, feminen bedensel özellikleriyle (geniş kalça ve basen, dolgun dudak gibi) tasvir edildiği görülebilir. Akhenaton’un gerçekte de Marfan sendromu hastalığı sebebiyle feminen bedensel özelliklere sahip olduğu ifade edilir.


Akhenaton heykeli (Büyük Mısır Müzesi)

Antik Mısır sanatının özellikleri tabii ki burada yazılanlarla sınırlı değildir. Bu yazımda sadece günümüzde çokça kullanılan fotoğraf filtrelerinin idealleştirilmiş bedensel özelliklere ulaşma amacına epey benzettiğim için antik Mısır filtrelerine kısaca yer vermek istedim.

Yazının başında medya ve tüketim toplumu tarafından empoze edilen idealleştirilmiş güzellik standartlarına ulaşmak için estetik operasyonlar ve fotoğraf filtrelerine başvurulduğuna ve böylece bireyin biricikliğinden gittikçe uzaklaşıp ifadesizleştiğine değinmiştim. Tam da bu konuyu “Baştan Çıkarma Üzerine” adlı eserinde çok çarpıcı bir şekilde dile getiren Baudrillard’ın ilgili sözlerine yer vererek yazımı sonlandırmak isterim:

“…Bedeni görünür kılma pahasına öznelliği ve bireyselliği yok eden güzellik ürünlerinden, estetik cerrahı operasyonlarına kadar tüketim toplumunun sunduğu tüm olanaklar, bedenin sahip olduğu göstergelerin doğal ve içkin anlamlarını yıkarak söz konusu uygulamalar aracılığıyla yeni protez ve yapay varlıklar yaratır. Bu bağlamda, “makyaj da yüzü geçersiz kılmanın bir yoludur; daha güzel gözlerle gözler geçersiz kılınır; daha kusursuz dudaklarla dudaklar ortadan kaldırılır (Jean Baudrillard, Baştan Çıkarma Üzerine, 2014:75-116).”


3 Mart 2024 Pazar

Kaostan Önce Sis Vardı: Sisli Bir Günde Sis Tanrılarına Dair

Bir önceki “Fırtınalı Bir Günde Fırtına Tanrılarına Dair” başlıklı yazımı yazmaktaki temel motivasyonum o günün fırtınalı bir gün olmasıydı. Bu yazımı yazmaktaki motivasyonum da bir doğa olayına dayanması bakımından aynı: Bulunduğum şehirde günlerdir süren sis. Dolayısıyla sis tanrılarını anıp sisin bir an önce kalkmasını dilemek amacıyla böyle bir yazı yazmak istedim=) Fakat mitoloji bu konuda fırtına tanrılarında olduğu gibi bereketli değil. Zira sis tanrısı olarak ifade edilen tanrıların sayısı bir hâyli az. Söz konusu az sayıdaki tanrıların da biricik özelliği sis tanrısı olmak değil. Sis tanrısı olma özelliği, sahip oldukları özelliklerden sadece biri.

Antik Mısır mitolojisine başvurduğumda (tabii ki önceliğim Antik Mısır<3) karşıma çıkan Tefnut’un, sis tanrıçası olma özelliği ile anıldığı çok az kaynak var. Tefnut, baskın olarak nem, nemli hava, çiğ ve yağmur tanrıçası olarak anılıyor. Hava tanrısı Shu’nun hem kız kardeşi hem de eşi olan Tefnut, antik Mısır mitolojisinin en önemli kozmik olayını anlattığım yazımda geçen yeryüzü tanrısı Geb ve gökyüzü tanrıçası Nut’un annesi olarak karşımıza çıkıyor. Tefnut ile ilgili dikkatimi en çok çeken unsur ise isminin etimolojisi. Zira ismi “onomatopoetik” bir özellik gösteriyor. Dil biliminde nadiren de olsa “ekoizm” olarak ifade edilebilen, telaffuzu ve yazımı zor bir kelime olan onomatopoeia, tanımladığı sesi fonetik olarak taklit eden, o sese benzeyen yansıma sesleri (ekoizm) oluşturma sürecidir. Örneğin kedi ve köpek seslerini ifade etmek için kullanılan “miyav”, “hav hav” ya da saat sesini taklit eden “tik tak” gibi kelimeler birer onomatopoetik özelliktedir. Tefnut’a dönecek olursak mitolojiye göre Tefnut, babası yaratıcı tanrı Atum’un onu tükürmesiyle yaratılmış, bu sebeple Tefnut ismini almıştır. Dikkat edilecek olursa tükürme eylemi sırasında çıkan ses ile Tefnut kelimesi arasındaki benzerlik ilişkisi kolaylıkla fark edilebilir. Tefnut’un etimolojisi, dillerin kökenine son derece meraklı (bir logofil=)) ve sırf bu konuyla ilgili bir blog sahibi olarak çok ilgimi çekmesi sebebiyle bu yazımda yer almayı hak etti. Yoksa Tefnut’u bu yazımda anmamın, onun nadiren bahsedilen sis tanrıçası olma özelliğiyle doğrudan bir ilgisi yok=)

Elinde bilgeliğin anahtarı Ankh ve başında Güneş diskiyle aslan başlı olarak tasvir edilen tanrıça Tefnut görseli


Sis tanrıçası olma özelliği Tefnut’a göre daha belirgin olan tanrıça Achlys, Yunan mitolojisinde karşımıza çıkıyor. Buna rağmen Achlys, doğrudan sis tanrıçası olarak değil, daha kasvetli bir şekilde sisle ilişkilendiriliyor:

“Ölüm sisinin, ölülerin gözlerinin bulanıklaşmasının kişileşmiş hâli.”

Barındırdığı bu kasvet yetmiyormuş gibi daha da iç karartıcı bazı özelliklere de sahip olan Achlys, sisli günlerin ağır kasvetinin sorumlusu gibi görünüyor:

“Sefaletin, üzüntünün ve ölümcül zehirlerin tanrıçası.”

İç karartıcı bu özellikleri Achlys’in, “Keres” olarak bilinen dişi ruh grubunun bir üyesi olarak anılmasını da beraberinde getiriyor. Keres, Pandora’nın kavanozundan insanlığı rahatsız etmek için salınan kötü dişi ruhlar olarak ifade edilir. Bu dişi ruhlar kötülük salanlar (kakoi), hastalık salanlar (nosoi) ve felaket salanlar (lugra) olmak üzere üç gruptur. Bu noktada Achlys’in sahip olduğu iç karartıcı özellikler itibarıyla hem kakoi hem nosoi hem de lugra grubuna hizmet ettiği ifade edilebilir. Keres, acı çekerek ölenlerin ya da ölümü kanlı olanların ruhlarından ziyafet çeker. Bu sebeple “şiddetli ölümün kana susamış ruhları” olarak da ifade edilir. Bu noktada Thanatos’tan ayrılır. Zira Thanatos, ölümü şiddetli olmayan, mutlu bir şekilde ölenlerin ölümünden sorumlu bir ölüm tanrısıdır.

Tanrıça Achlys'in temsili görseli (Yunan didaktik şiirinin babası olarak bilinen Hesiodos'un tabiriyle Achlys, Herkül'ün kalkanında solgun, zayıf ve ağlayan bir şekilde göründü...) 

Achlys’in antik Roma mitolojisindeki karşılığı Caligo’dur. Bir sis tanrıçası olan Caligo, evrenin yaratılışından önceki mitolojik boşluk olan Chaos’un annesidir. Dolayısıyla mitolojiden yola çıkarak evren yaratılmadan önce kaosun, kaostan önce ise sisin olduğunu ifade edebiliriz. Sis tanrıçasının çocuğu olarak ifade edilen Chaos, gece tanrıçası Nyx ve karanlık tanrısı Erebus’u dünyaya getirir. Nyx ve Erebus ise gökyüzünün parlak ışığının tanrısı olan Aether ile gün tanrıçası Hemera’yı dünyaya getirir. İşte burada yine bir “logofil” olarak ilginç bir nokta dikkatimi çekiyor: Gün tanrıçası “Hemera” ile sevdiğim bir grup olan “İmera” arasındaki fonetik benzerlik=) Rumcadan Lazcaya geçen İmera’nın “gün” anlamına gelmesi bu durumu daha da ilginç bir hâle getiriyor. Zaten imeranın etimolojisine baktığımda da tahminimde yanılmadığımı anladım. Yunanca emeradan imeraya dönüşen kelime, Lazcaya giriş yapıp sevdiğim grubun ismi hâline gelmiş. Emeranın da antik Yunan’ın gün tanrıçası Hemera’dan geldiğini ifade etmeme gerek yok sanırım=)

Kelime merakım Achlys’in kasvetini bir anda ortadan kaldırmaya yetti. Umarım Achlys, gökyüzünden kasvetini çeker ve gökyüzü Hemera'nın ışığıyla dolar=) O zaman Hemera’yı cesaretlendirmek için İmera grubundan Türkçede “gün ışığım” anlamına gelen  İmera Fera parçasını dinleyeyim ve sizin de dinlemeniz için sizi linke yönlendireyim=)

(Not: Bu bir iş birliği değildir. Durum, sadece kelime birliğinden, yani etimolojik birliktelikten ibarettir=))

26 Kasım 2023 Pazar

Fırtınalı Bir Günde Fırtına Tanrılarına Dair

Şiddetli fırtınanın hâkim olduğu bir günde tabii ki mitolojinin önde gelen fırtına tanrılarıyla ilgili bir yazı yazmasam olmazdı. Bu yazım kapsamında fırtına tanrıları içinde en popülerleri olan Seth, Zeus ve Thor’u ele alacağım. Sadece bu üç ünlü tanrıdan bahsedecek olmamın sebebi hem yazıyı çok fazla uzatmamak hem de Seth’in en sevdiğim mitoloji olan Antik Mısır’a ait bir tanrı olması, Zeus’un okumaktan zevk aldığım bir seri olan Percy Jackson ve Olimposlular’la olan bağlantısı, Thor’un ise Marvel tarafından hikâyesine biraz müdahale edilmiş olmasıdır ki bu müdahaleye biraz sonra değineceğim. Dolayısıyla konuya ilgi duyanlar bu üç ünlü fırtına tanrısı dışında Aztek mitolojisinden Tlaloc, Antik Hinduizme ait bir tanrı olan Indra, Japon mitolojisinden Raijin ve Slav panteonundan Perun gibi fırtına tanrılarını da inceleyebilirler.

Antik Mısır mitolojisi diğer mitolojiler içinde her zaman için önceliğim olduğundan ilk olarak Seth ile başlamak isterim. Her ne kadar Seth, kardeşi Osiris’le olan güç savaşında Osiris’i öldürüp bedenini 40 parçaya bölmesiyle bilinip kötü bir üne sahip olsa da her zaman kötülükle ilişkilendirilmemiştir. Zira eski krallık (MÖ 2575-MÖ 2134) döneminde çöllerin koruyucu tanrısı olarak tanınan Seth, hem çölde seyahat eden tüccarları korumuş hem de saf bir kötü olan yılan tanrı Apep’e karşı direnerek Güneş’in doğmasını sağlayıp günü kurtarmıştır. Yeni krallık döneminde (MÖ 1550-MÖ 1070) ise kardeşi Osiris’le yaptığı savaş ve onu vahşice öldürmesi, Seth’i koruyucu bir tanrıdan kaos, yıkım ve istilalarla ilişkili bir tanrıya dönüştürmüştür. Seth’in fırtına tanrısı olarak anılmasının sebebi de işte tam olarak yaşadığı bu dönüşümdür. Yaşadığı dönüşümden sonra tıpkı şiddetli bir fırtınanın her şeyi önüne katıp yerle bir etmesi gibi Seth de kaos, yıkım ve kötülükle beslenmiştir. Eski krallık dönemindeki iyi hâllerinden hiç eser kalmamış, yaptığı iyilikler getirdiği yıkımlarla unutulup gitmiştir.

Kardeşi Seth tarafından öldürülen Osiris’in 40 parçaya bölünen bedeni, kız kardeşi ve aynı zamanda karısı olan büyü tanrıçası İsis tarafından bir araya getirilmiş ve büyüyle kısa bir süre için hayata döndürdüğü Osiris’ten hamile kalan İsis, Horus’u dünyaya getirmiştir. Sonrasında Osiris, yeraltı dünyasına geçmiş ve yeraltı ve ölüler tanrısı olmuştur. Bundan böyle Horus, babasının intikamını almak için amcası Seth ile şiddetli bir mücadeleye girmiş, bu uğurda bir gözü Seth tarafından oyulmuş (Horus’un gözü miti bu hikâyeden gelir), ama sonunda Seth karşısında galip gelip babasının intikamını almıştır.

Seth’in fırtına ve kaos tanrısına dönüşmesinden sonra Horus ile olan mücadelesi Mısır mitolojisinde iyilik ve kötülük ya da düzen ve kaos arasındaki sonsuz mücadeleyi temsil eder. Seth ve Horus’un, başka bir deyişle kaos ve düzenin dengede olması evrenin devamlılığının tehlikeye düşmemesi için önemlidir. Horus’un Seth’e kimi zaman merhamet gösterdiği bazı mitsel hikâyeler, Antik Mısırlıların söz konusu dengeye verdikleri önemle ilgilidir.

Seth (solda) ve Horus (sağda), kaos ve düzenin dengesini tasvir ediyor (Mısır Müzesi)

Bir diğer ünlü fırtına tanrısı Zeus ile devam edelim. Antik Yunan panteonunun, başka bir deyişle Olimpos tanrılarının en ünlü tanrısı diyebileceğimiz Zeus’un bu üne Percy Jackson kitap serisinden çok önce de sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ününün sebebi belki de diğer tanrılar ve ölümlülerle olan hazcı ilişkileri ve kıskançlık, öfke, şehvet vb. pek çok ölümcül günah dolu hikâyeleri olabilir. Öte yandan Yunan mitlerinin sadece Zeus’la ilgili değil, diğer Yunan tanrılarıyla ilgili de böyle “insanca, pek insanca” (bu göndermeyle de Nietzsche’yi analım=)) hikâyelerle dolu olduğunun bilinmesi gerekir.

Elinde şimşeği tutan Zeus (Yunan tanrılarının fiziksel özellikleriyle de "pek insanca" tasvir edildiğini buradan da anlayabiliyoruz)

Titanlardan Kronos ve Rhea’nın en küçük çocuğu olan Zeus, olgunluk döneminde babası Kronos’u devirmiş, Titanlar’a karşı yaptığı savaşı kazanmış ve Olimpos Dağı’nın en büyük kralı olmuştur. Zeus’un hikâyesi, Musa’nın hikâyesiyle benzerlik taşır. Zira Zeus’un babası Kronos, kendi babası Ouranos’u öldürdükten sonra kendisinin de çocukları tarafından öldürüleceği korkusuna kapılıp bütün çocuklarını vahşice yiyen korkak ve acımasız bir tanrıydı. Tabii ki Zeus dışında hepsini. Annesi Rhea, Zeus’u Kronos’tan saklamış ve böylece Zeus, hayatta kalabilmişti. Olgunluğa eriştiğinde ise korkak ve acımasız babasını öldürmüştü. Böylece Kronos’un korktuğu başına gelmiş, babasına yaşattığı kaderi kendi de yaşamıştı. Musa da annesi tarafından dönemin, bir kehanetten korkup hayatından endişe ettiği için bütün doğan bebeklerin öldürülmesi emrini veren acımasız ve korkak firavununun şerrinden korunması için bir bebekken saklanıp olgunluğa eriştiğinde firavunu tahtından indirmiştir. Bu iki hikâye arasındaki benzerlik, mitoloji üstadı Joseph Campbell’ın tüm mitolojik hikâyelerin benzer nitelikler taşıdığı yönündeki düşüncesine yönelik “kahramanın sonsuz yolculuğu” nosyonunu destekler niteliktedir.

Seth ve Zeus dışındaki en ünlü fırtına tanrısı olarak Thor’u nitelendirmek pek de yanlış olmayacaktır. Thor’un söz konusu ününe rağmen ait olduğu İskandinav mitolojisi, Mısır ve Yunan mitolojileri gibi çok bilinen bir mitoloji değildir. Bu durumun, Thor’un hikâyesinin ünlü ABD’li çizgi roman yayımcısı Marvel tarafından kolaylıkla eğilip bükülmesini, yani değiştirilmesini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Zira İskandinav mitolojisinin pek fazla bilinmiyor olması, Marvel’ın Thor’la ilgili müdahalelerinin kolaylıkla kabul edilmesini ve benimsenmesini beraberinde getirmiştir. Hatta çoğu kişinin Thor’u Marvel’la birlikte tanıdığını düşünürsek Thor’un “sinematik” hikâyesinin asıl hikâyeyi gölgede bıraktığını ifade edebiliriz.

İskandinav bereket tanrıçası Sif’le evlenen ve birden fazla çocuğu olan Thor, ünlü çekici Mjörnir sayesinde fırtınaları kontrol edip yağmurlar yağdırabilirken hem kendi evi Asgard'ı hem de insan dünyası Midgard'ı savunmak için sık sık devlerle ve canavarlarla savaşıyordu. Midgard'ın tamamını saran devasa yılan Jörmungandr ise Thor’un ezeli düşmanıydı. Kehanete göre Ragnarök (kıyamet) sırasında fırtına tanrısı Thor ile devasa yılan Jörmungandr birbirleriyle savaşacaktı. Bu savaştan sonra Thor'un çocukları da dâhil olmak üzere hayatta kalan tanrılar daha sonra dünyayı yeniden inşa edecekti. Tıpkı Horus ve Seth arasında olduğu gibi Thor ve Jörmungandr arasındaki çatışma da düzen ve kaos arasındaki çatışmayı temsil eder. Zaten bütün mitolojik hikâyelerin özü de düzen ve kaos arasındaki çatışmadan ibarettir.

Thor, çekici Mjörnir ile devlerle savaşırken (Marten Eskil Winge, 1872)


Gelelim Marvel’ın, Thor’un hikâyesiyle ilgili yaptığı müdahaleye. Marvel’ın hikâyesindeki düzenbaz tanrı Loki, İskandinav mitolojisine göre Thor’un kardeşi değil, can düşmanı Jörmungandr'ın yarı dev, yarı tanrı babasıydı. Buna ek olarak Loki, İskandinav mitolojisinde her zaman saf bir kötü olarak tasvir edilmemiştir. Tıpkı Antik Mısır mitolojisindeki Seth’in de her zaman saf bir kötü olarak tasvir edilmediği gibi. Marvel belki de iyi ve kötü arasında belirgin bir ayrım yapmak için Loki’yi Thor’un tam karşısına, saf bir kötü (antagonist/rakip) olarak konumlayarak Thor’un protagonist (baş kahraman) çekiciliğini arttırmak istemiş olabilir. Yine de Thor’u canlandırması için Avustralyalı oyuncu Chris Hemsworth’u seçerek bana göre iyi bir seçim yapmış olduklarını belirtmeliyim.

Bu yazımı yazmaya başladığımda dışarıda şiddetli bir fırtına vardı. Yazımın sonuna gelirken fırtınanın şiddetini daha da arttırdığını söyleyebilirim. Yani şu an gökyüzünde Horus ve Seth, Zeus ve Kronos, Thor ve Jörmungandr arasında şiddetli bir çatışma oluyor ve kaos (yıkım), düzen karşısında galip geliyor gibi. Gemiler batıyor, çatılar uçuyor, ağaçlar yıkılıyor…

Kaos ve düzen arasındaki dengenin bir an önce kurulması umuduyla…


17 Haziran 2023 Cumartesi

Antik Mısır Mitolojisinin En Önemli Kozmik Olaylarından Biri: Geb ve Nut’un Birbirlerinden Zorla Ayrılmaları Üzerine

Birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış yeryüzü tanrısı Geb ve gökyüzü tanrıçası Nut’un, babaları Shu tarafından zorla ayrılmaları Mısır mitolojisinin en önemli kozmik olaylarından biridir. Cümleyi bu şekilde okuduğunuzda hazin sonlu bir aşk hikâyesi aklınıza gelmiş olabilir. Hatta “Gaddar Shu, âşıkları ayırmış!” gibi düşüncelerle tanrı Shu’yu suçlamış da olabilirsiniz. Mitolojinin en sevdiğim yönü de işte tam olarak budur: En önemli kozmik olayların aşk, vahşet, entrika, hırs ve romantizmle bezenmiş ağır sembolizmi!

Öncelikle bu kozmik olayı dimağınızda somutlaştırmak için Geb ve Nut’un Shu tarafından zorla ayrıldıkları sahneyi gösteren Antik Mısır tasvirini aşağıya ekleyeyim:


Yukarıdaki görselde mavi, vücudu yıldızlarla bezeli ve “kapsayıcı” şekilde tasvir edilmiş olan, gökyüzü tanrıçası Nut’tur. Burada Nut’un kapsayıcılık özelliğini bilhassa vurgulamak istedim. Zira gökyüzünün bizi kapsayıcı özelliği bence daha güzel tasvir edilemezdi. Altta yatar pozisyonda, Nut’a göre “edilgen” ve insan görünümünde tasvir edilen ise yeryüzü tanrısı Geb’dir. Burada ise Geb’in Nut’a göre edilgen pozisyonunu vurgulamak istedim. Zira toprağı besleyen ve toprağa hayat veren suyun gökyüzünden gelmesi, Nut’u Geb’e göre etken bir konuma getiriyor. Buna ek olarak söz konusu görselde Nut’un ellerinin oldukça sağlam duruşu karşısında Geb’in Nut’a doğru yönelmiş elinin oldukça cansız ve hatta çıtkırıldım bir şekilde tasvir edildiği de söylenebilir. Bu durum bana Michalengelo’nun Adem’in Yaratılışı adlı eserini hatırlattı.

Adem'in Yaratılışı, Michalengelo'nun 1508-1512 yılları arasında Sistine Şapeli'nin tavanına boyadığı ünlü bir fresktir

Dikkat edilirse Yaratıcı’nın Adem’e uzanan etkin ve güçlü eli karşısında Adem’in elinin oldukça edilgen ve cansız bir şekilde tasvir edildiği (hani uzamsam mı uzanmasam mı dermişçesine) görülebilir. Tıpkı yeryüzü tanrısı Geb’in Nut’a uzanan eli gibi.

Konumuza dönecek olursak ilk görsele bakıldığında Nut’u kollarıyla havaya kaldırarak Geb’den ayırmaya çalışan Shu’yu görebiliriz. Peki Shu bunu neden yapıyor? Shu gerçekten âşıkları ayırmaktan sinsice zevk alan bir merhametsiz miydi? Mitolojiye göre Shu’nun merhametsiz olduğunu söylemek zor. Hatta Shu’nun âşıkları ayırması teleolojik bir temelde oldukça gerekli. Zira yeryüzünde canlılığın ve hayatın başlaması için Geb ve Nut’un ayrılması şart. Yani burada bir sine qua non durumu söz konusu (bilmeyenler için sine qua non, “olmazsa olmaz”, “gerekli şart” anlamlarına gelen Latince bir deyiştir. Genellikle bir başka Fransızca deyiş olan raison d’être ile karıştırılsa ve birbiri yerine kullanılsa da raison d’être, bir şeyin var olma amacı anlamındadır).

Yeryüzü, gökyüzü ile sıkı sıkıya bağlıyken aralarına ne hava ne de ışık girebiliyordu. Canlıların ortaya çıkabilmesi için ikisi arasına hava ve ışığın girmesi gerekiyordu. Dolayısıyla Shu, bu ulvi görevi gerçekleştirebilmek için Geb ve Nut’u birbirinden zorla da olsa ayırdı. Sonra ne mi oldu? Geb ve Nut’un Antik Mısır mitolojisinde hikâyeleri bolca aşk, entrika, hırs, kıskançlık ve vahşet temalarıyla bezeli sembolizmle anlatılan nur topu gibi tanrı ve tanrıça çocukları doğdu: Osiris, Yaşlı Horus, Seth, İsis ve Nephthys.

Çocuklarının doğumundan sonra gökyüzü tanrıçası Nut’un yeni görevi kendi çocuklarını yemekti (!). Geb’in de Nut’tan geri kalır bir yanı yoktu. O da kendi çocuklarını yutuyordu (!). Burada da yine Antik Mısır sembolizminin arşa çıktığını görüyoruz. Yazının başında bahsetmiş olduğum âşıkların ayrılma hikâyesinde hüzünlü bir aşk temasıyla bezenmiş sembolizmin, burada yerini vahşete bıraktığını görüyoruz; ancak dehşete kapılmaya gerek yok. Zira gökyüzü tanrıçası Nut’un çocuklarını yemesi,  ölen çocuklarının ruhunu göğe çekmesi anlamına gelirken yeryüzü tanrısı Geb’in çocuklarını yutması ise ölen çocuklarının cesetlerini içine alması ve kabul etmesi anlamına geliyor. Geb ve Nut’un bu görevleri, tıpkı Shu’nun âşıkları ayırma görevi gibi teleolojik temelde gerekliydi. Zira yeryüzündeki ölüm ve yeniden doğuş çevrimi bu şekilde mümkün bir hâle geliyordu.

Nut ve Geb’in çocuklarını yediği ya da yuttuğu sahneye yönelik herhangi bir Antik Mısır tasviri bulunmuyor. Bu sahneyi aşağı yukarı karşılayabilecek  bir tasviri Yunan mitolojisinde görüyoruz: Gök Baba Uranos ve Toprak Ana Gaia’nın (böylece Antik Mısır’daki yeryüzü tanrısı ve gökyüzü tanrıçası rollerinin Yunan mitolojisinde değiştiğini de görüyoruz) on iki çocuğundan biri olan Kronos’un kendi çocuğunu yerken tasvir edildiği sahne:

Peter Paul Rubens tarafından 17. yy'da resmedilen bir tasvir


Söz konusu görselde Kronos’un kendi çocuğunu yemesi açık bir şekilde tasvir edilmesine rağmen bu tasviri “ kendi çocuklarını yeme sahnesini aşağı yukarı karşılayabilecek bir tasvir” olarak nitelememin sebebi, yeme eyleminin ardındaki sebebin farklı olmasıdır. Zira Kronos kendi çocuklarından biri tarafından tahtından indirileceğinin kâhin tarafından kendisine bildirilmesi neticesinde bütün çocuklarını gözünü kırpmadan yemiştir. Ancak kehanet gerçekleşmiş ve Kronos, annesi tarafından gizlenen oğlu Zeus tarafından tahtından edilmiştir (Musa hikâyesiyle benzerliğine dikkat ediniz). Dolayısıyla Kronos’un çocuklarını yeme eylemi gerçekten de vahşi bir eylem olarak tanımlanabilir.

Kronos’tan söz etmişken Kronos’la isim benzerliğinden dolayı karıştırılan ve Yunan mitolojisinde “zamanın vücut bulmuş hâli, zaman tanrısı” olarak ifade edilen Khronos’a da değinmek isterim. Zira  İtalyan ressam Giovanni Francesco Romanelli’nin eserinde Khronos, çocuğunu yemese de derdest edip gökyüzüne götürürken resmedilmiştir.

Romanelli tarafından 17. yy'da yapılan eser (Warsaw Ulusal Müzesi)

Khronos’un bu tasviri, gökyüzü tanrıçası Nut’un çocuklarını yeme sembolizmine ve ardındaki anlama çok daha yakın. Zira zaman tanrısı olarak Khronos da tıpkı Nut gibi, zamanı dolan çocuklarını yeryüzünden çekip gökyüzüne taşıyor. Peki bu size neyi hatırlattı?

5 Haziran 2023 Pazartesi

Antik Mısır’ın Rahat Uyuyamayan Ölüleri

Antik Mısır’da ölümden sonra huzurlu bir hayatı garanti altına almak için ölüler kitabı hazırlanırdı. Ölüler kitabı denilince aklınıza sayfalardan oluşan bir kitap gelmemeli. Zira birtakım büyülü sözler ve isimler, metrelerce uzunluktaki papirüslere yazılır, daha sonra bu papirüsler rulo hâline getirilerek ölüler kitabı oluşturulurdu. Ölüler kitabının içine ruhun, ölümden sonra karşılaşacağı testlerden ve yargılamalardan başarıyla geçebilmesi için bilmesi gereken dualar ve isimler yazılırdı. Böylece ölüyle birlikte gömülen ölüler kitabındaki yazılı bilgiler sayesinde ölünün bu aşamalardan başarıyla geçeceğine inanılırdı.

Ölüler kitabına sahip olmak Antik Mısırlılar için son derece önemliydi. Zira Antik Mısır’da ölüler kitabı olmadan ruhun huzura kavuşması mümkün görülmezdi. Bu nedenle oldukça pahalı olan bu kitaba kraliyet mensupları, üst düzey memurlar, rahipler ve katipler kolayca sahip olabilirken kitabı almaya gücü yetmeyenlerin bunun için bir hâyli çalışarak para biriktirmesi gerekiyordu. Tabii ölüler kitabının kalitesi de fiyatına göre değişiyordu. Satın alma gücü yüksek olanlar, birinci kalite papirüslere yazılmış ölüler kitabına sahip olabilirken satın alma gücü düşük olanlar, genellikle ikinci el papirüslere yazılarak hazırlanmış ölüler kitabına sahip olabiliyordu.

Hunefer'in Ölüler Kitabı'ndan bir sahne. M.Ö. 1275, 19. Hanedanlık, Thebes, Mısır. British Museum'da sergilenmektedir

Yukarıdaki görsel, bir kraliyet kâtibi ve 1. Seti’nin baş idare memuru, dolayısıyla satın alma gücü yüksek bir Antik Mısırlı olan Hunefer’in, şu an British Museum’da sergilenen ölüler kitabından bir sahnedir. Bu sahnede en solda beyazlar içindeki Hunefer (yani onun biraz sonra yargılanacak ruhu) ile onu elinden tutup yargılama sahnesine getiren ve sol elinde bir Ankh taşıyan Anubis yer alıyor. Anubis, Hunefer’i birazdan kalbinin yargılanacağı hassas tartıya götürüyor. Hunefer’in kalbi bu tartıda bir tüy ile (tanrıça Maat’in tüyü) tartılıyor. Tartı sırasında Anubis’i bir gözlemci olarak, yazmanların tanrısı Thoth’u ise tüm bunları kayıt altına alırken görüyoruz. Eğer Hunefer’in kalbi Maat’ın tüyünden hafif gelirse (ki öyle görünüyor) ya da dengede olursa ruhu bu aşamayı geçip huzura kavuşacak. Aksine, Hunefer’in kalbinin tüyden ağır gelmesi durumunda ise yaşarken iyi bir insan olarak yaşamadığı ve kalbini ağırlaştırdığı anlaşılarak ruhu, orada hazır bir şekilde bekleyen timsah, aslan ve hipopotam karışımı Ammut’a yem olup sonsuza dek yok olacak. Hunefer’in bu aşamayı başarılı bir şekilde geçtiğini ve Horus tarafından yeraltı tanrısı Osiris’e takdim edildiğini görüyoruz. Osiris ise arkasındaki kız kardeşleri tanrıça İsis ve Nepthys ile birlikte, iyi bir ruha sahip olduğu anlaşılan Hunefer’in ruhunu kabul edip huzura ve ölümsüzlüğe kavuşturuyor.

Ölümden sonraki bu zorlu yollardan-iyi bir insan olsa bile-ölüler kitabı olmadan geçemeyeceği düşünülen bir Antik Mısırlının ruhu, ne yazık ki ölüler kitabına sahip olsa dahi huzura kavuşamayabiliyor. Zira ölümünden binlerce yıl sonra mezarından çıkarılan Antik Mısır mumyaları gün geçtikçe artıyor. Örneğin Napolyon’un Mısır işgali sonrasında akın akın Mısır’a gelen Avrupalılar için mumyalar tam anlamıyla bir tüketim nesnesi hâline gelmiş durumdaydı. O dönemde Avrupalılar-özellikle Veblen’in “aylak sınıf” diye tanımladığı kesim- Mısırlı sokak satıcılarından satın aldıkları mumyaları evlerine götürüp evlerinde “mumya soyma partileri(!)” düzenliyorlardı. Mumyanın tümünü satın almaya gücü yetmeyenlere ise birtakım kolaylıklar (!) sağlanabiliyordu. Bu kişiler mumyanın tamamını alamıyorsa kolunu, bacağını ya da kafasını satın alabiliyorlardı.

 

Mumya satan Mısırlı bir sokak satıcısı, 1865, Mısır

Mumya soyma partilerinde yeterince huzursuz edildikleri yetmiyormuş gibi Sanayi devrimiyle birlikte pek çok insan ve hayvan mumyası gemilerle Britanya’dan Almanya’ya taşınarak burada ilaç, boya, gübre, sargı bezi ve kağıt üretiminde ham madde (!) olarak kullanıldı. Mumyalar o dönemde o kadar tüketilmişlerdi ve o kadar talep görmüşlerdi ki artan talep karşısında “sahte mumyalar” bile üretilip satılmaya başlanmıştı. Suçluların, yaşlıların ve fakirlerin çöle gömülen cesetleri ziftle sıvanıp bir süre güneşin altında bekletildikten sonra sahte mumyalara dönüştürülerek pazarlanıyordu.

Kraliyet mumyaları için de durumun pek iç açıcı olduğu söylenemez. Örneğin 2. Ramses’in mumyası ölümünden binlerce yıl sonra mantar büyümesi tehdidi gerekçesiyle cesedin tamamen çürümesini engellemek amacıyla Fransız bilim adamları tarafından Fransa’ya götürüldü. Öte yandan Fransız yasaları, ülkeye giriş yapacak ölü ya da diri herkesin bir pasaporta sahip olmasını şart koşmuştu. Bu nedenle Büyük Ramses’e ölümünden binlerce yıl sonra Mısır hükümeti tarafından bir pasaport çıkartılmış ve Ramses’in mumyası Fransa’ya ancak bu şekilde nakledilebilmişti. Yani Ramses, ölümünden sonra dahi bürokratik işlerle uğraşmak zorunda (!) bırakılmıştı. Bu arada internette konuya yönelik olarak 2. Ramses’in pasaportu olduğu söylenen bir pasaport görseliyle karşılaşırsanız, bu pasaportun gerçeği yansıtmadığını göz önünde bulundurmanızı tavsiye ederim. Zira 2. Ramses’in yukarıda belirttiğim nedenle pasaportu ölümünden 3000 yıl sonra gerçekten de çıkarılmış olmakla birlikte ilgili pasaport kamuyla hiçbir zaman paylaşılmamıştır.

2. Ramses’e ait olduğu düşünülen pasaport görseli, bir sanatçı tarafından söz konusu durumu “temsilen” hazırlanmıştır.


Antik Mısırlılar, kraliyet mensubu ya da üst düzey olsun veya olmasın, ölümden sonraki hayata daha çok önem ve değer verirlerdi. Bu nedenle yaşadıkları dönemde çoğunlukla ölümden sonrası hayatlarında huzur bulmak için çalışırlardı. Ölüler kitabı satın alırlar, tanrı ve tanrıçaları memnun etmek için ellerinden geleni yaparlardı. Ölümlerinden sonra da huzurlarının bozulmaması ve rahatsız edilmemek için büyük bir çaba gösterirlerdi. Bedenlerini mumyalayarak yaşarken sahip oldukları görüntülerini bir nevi “dondururlardı”. Mumyalarına gelebilecek olası bir zararın, ölümlerinden sonraki hayatlarına da yansıyacağını düşünürlerdi. Bu nedenle mumyaların zarar görmemesi ve rahatsız edilmemesi onlar için oldukça önemliydi. Bu noktada mezar odalarını gizleyip koruyucu büyülerle bezerlerdi.

Acaba Antik Mısırlılar ölümlerinden binlerce yıl sonra mumyalarının yeryüzüne çıkarılıp huzurlarının bozulabileceğini hiç düşünmüşler miydi? Ya da mezarlarının yağmalanacağını? Sanırım bu konuda Antik Mısırlıların pek bir korkusu yoktu. Zira bilinenin aksine, Antik Mısır’daki mezar odalarında “her kim ki bu mezarda uyuyanı rahatsız eder…” tarzı cümlelerle başlayan lanetler bulunamamıştır (Evet, Kral Tut’un mezar odasında bile! Bu durum, medyanın birtakım propaganda faaliyetleri, yalan haberleri ve abartılı söylemleri sebebiyle ortaya çıkmıştır). Dolayısıyla Antik Mısırlıların-ölüler kitabına sahip olmak koşuluyla-ölümden sonraki hayat için umutlu ve iyimser oldukları düşünülebilir. Antik Mısırlıların dünya işlerinden nispeten uzak, ölümden sonraki hayata ise bu kadar odaklanmış olmaları, dünyanın ölüleri bile rahat bırakmayacak açgözlülükle dolu olduğunu fark etmemelerine ve mumyalarının binlerce yıl sonra yerlerinden edilip “huzurlu uykularından” uyandırılacağını öngörememelerine yol açmış gibi görünüyor. Siz ne dersiniz?