31 Ağustos 2025 Pazar

Antik Mısır'ın Yaratılış Mitleri Üzerine

Antik Mısır’da tek bir yaratılış miti, başka bir deyişle tek bir kozmogoni yoktur. Bunun sebebi Antik Mısır’daki her bir önemli kült merkezinin kendi kozmogonisini oluşturmuş olmasıdır. Bu durum tanrıların kökenine ilişkin hikâyeler yani teogoniler için de geçerlidir. Hâl böyle olunca Antik Mısır mitolojisinde bolca kozmogoni ve teogoni görmeniz mümkündür. Bu yazımda Antik Mısır’ın başlıca kült merkezlerinden olan Hermopolis, Heliopolis ve Memphis’e dair üç kozmogoni ve bu kozmogonilere dair teogonilerden bahsedeceğim.

Antik Mısır’ı Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır olarak iki kısma ayırdığımızda (ki gerçekte de bu kısımlara ayrılmıştı) Hermopolis, Aşağı ve Yukarı Mısır’ın arasındaki sınırın yakınında bulunan bir şehirdir. Hermopolis isminin Mısır dilindeki karşılığı olan Khemenu (ya da Hemnu), şehirde ikamet ettiği söylenen sekiz tanrıdan türemiş bir kelimedir. Hermopolis ise bu şehrin isminin Grekçedeki karşılığıdır. Peki Mısır dilindeki karşılığı varken neden Grekçesini kullandın? diye sorabilirsiniz. Çünkü Yunanlı gezginler, araştırmacılar ve sonrasında ülkeye farklı ülkelerden gelip yerleşen pek çok hanedanlık (örn. Ptolemaioslar gibi), Mısır dilindeki pek çok tanrı ve yer isimlerinin kendi dillerindeki (Grekçe) karşılığını kullanmışlar, bu isimlerin de bilinirliği onlar tarafından sağlandığı için (örn. bıraktıkları yazılı kaynaklar) dünya genelinde bu isimler genellikle Grekçedeki karşılığıyla bilinir olmuştur. Örneğin Mısır tanrılarından Osiris, Thoth, İsis gibi pek çok tanrı ve tanrıçanın isimleri Mısır dilinde değil, Grek dilindedir. Sırasıyla User, Djehuty-Mes ve Aset, bu tanrıların Mısır dilindeki karşılıklarıdır. Neyse, konuyu çok fazla dağıtmadan kozmogoni ve teogonilere dönelim.

Hermopolis kozmogonisinde sekiz tanrılı (ogdoad) bir yaratılış miti vardır. Sekiz tanrı, erkek ve dişi çiftlerden oluşur. Başka bir deyişle her tanrının dişil bir karşılığı bulunur. Hermopolis kozmogonisine göre yaratılış öncesinin dört öğesi vardır. Bunlar; “su”, “sonsuzluk”, “karanlık” ve “saklılıktır”. Ve her bir tanrı çifti, yaratılış öncesinin bir öğesiyle ilişkilidir. Nun ve Naunet, su; Heh ve Hauhet, sonsuzluk; Kek ve Kauket, karanlık; Amon ve Amaunet ise saklılık ile ilişkilidir. Buradaki sonu “t” ile biten isimler tanrıça isimleridir. Zira Mısır dilinde bir kelimenin dişiye ait olduğunu veya bir dişiyle ilişkili olduğunu ifade etmek için kelimenin sonunda “t” harfi kullanılmıştır. 

Dendera'daki Hathor Tapınağı'nda bulunan Ogdoad (dört çift/sekizli tanrı grubu) görseli. Tanrılar kurbağayla, tanrıçalar ise yılanla özdeşleştirilip tasvir edilmiştir.

Hermopolis kozmogonisindeki su, sonsuzluk, karanlık ve saklılık öğeleri eylemsiz öğeler olmalarına rağmen bu öğelerin kendi içinde “yaratma potansiyeli” taşıdıklarına inanılırdı. Öyle ki Mısır kozmogonilerindeki ortak nokta olan güneş tanrısı, Hermopolis kozmogonisinde de olmasına rağmen söz konusu tanrı çiftleri, güneş tanrısının anneleri ve babaları olarak görülüyordu. Dolayısıyla dört tanrı çiftinin, Hermopolis inancına göre ilk yaratılış olayından önce var olduğuna inanıldığı ifade edilebilir. İlk yaratılış olayı ise Birinci Zaman’ın (Tolkien aklıma geldi nedense=)) sularının çekilip (yani Nun ve Naunet) “Tatenen” adı verilen ilk toprak tepenin yükselmesiyle gerçekleşir. Tatenen’den “Nefertem” adı verilen bir nilüfer çiçeği (lotus) çıkar ve genç güneş tanrısı, bu çiçekten çıkıp evrene ışık getirir (bu bana hep en sevdiğim çiçek olan ve güneş çiçeği olarak da bilinen ayçiçeğini hatırlatır ya da ne zaman bir ayçiçeği görsem Hermopolis kozmogonisi aklıma gelir=). Genç güneş tanrısı ışıkla birlikte zamanı ve yaratılışın geri kalanını başlatır.

💛

Antik Mısırlılarda kutsal bir çiçek olan nilüfer (lotus) anlamına gelen Nefertem'in tanrılaştırılmış versiyonu tanrı Nefertem görseli. Koku ve güzellik tanrısı olarak da bilinir.

Şimdi gelelim Heliopolis kozmogonisine. Heliopolis (Mısır dilindeki karşılığı Iunu), Aşağı Mısır’ın en önemli dini merkezlerinden biriydi. Aynı zamanda güneşe tapınmanın da baş merkeziydi. Kozmogonisinde Hermopolis kozmogonisinden bir tanrı fazla olarak dokuzlu (ennead) bir tanrı grubu barındırıyordu. Yine Hermopolis kozmogonisinden farklı olarak Heliopolis kozmogonisi, varoluş öncesinin eylemsiz öğelerine değil, yaratılışın dinamik yanlarına odaklanmıştı. Öyle ki kozmogoninin baş tanrısı olan güneş tanrısı Atum, kadim sularda (Nun) “kendi kendine var olarak” “İlk Tufan’dan” doğmuş, böylece sonraki bütün yaratılışın kaynağı olmuştur (bu kısım bana hep ilginç gelmiştir, belki de Nuh tufanı dışında pek çok zaman/çağ kırıcı/başlatıcı tufan olmuştur, kim bilir…). Dolayısıyla Ennead’ı oluşturan diğer tanrılar Atum’un çocuklarıdır. Oysaki Hermopolis kozmogonisinde bu durum tam tersidir.

 

Güneşin (Atum) doğuşu tasviri: Bu tasvirde ilksel suların vücut bulmuş hâli Nun, içinde Ennead'ın bulunduğu Atum'un kayığını kaldırmakta; Atum, Khepri (bok böceği) formunda Doğu ufkunda güneş diskini yuvarlarken gösterilmektedir. Gök tanrıçası Nut ise güneş diskini çevreleyen ve Ennead'ın bir üyesi olan Osiris'in bacaklarını tutmaktadır. 

Nun’da kendi kendine var olan Atum, kendinden Şu (hava) ve Tefnut (nem) olmak üzere iki tanrı meydana getirir. Kozmogoni, Atum’un kendi vücut sıvılarından bu tanrıları meydana getirdiğini ifade eder (örn. tükürük, ter, gözyaşı vb., zira Tefnut ismi tükürürken çıkardığımız sese ne çok benziyor değil mi?☺bu konuya ilişkin şu yazımı okuyabilirsiniz). Sonra Şu ve Tefnut bir tanrı çifti olarak Geb (toprak) ve Nut’u (gök), Geb ve Nut ise bir tanrı çifti olarak Osiris (yer altı tanrısı), İsis (büyü tanrıçası), Seth (kaos tanrısı) ve Neftis’i (İsis’in paraleli bir tanrıça) meydana getirirler (Ennead'la ilgili detaylı bilgi için şu yazımı okuyabilirsiniz).

Ennead (kutsal dokuzlu) görseli

Heliopolis kozmogonisinde de tıpkı Hermopolis kozmogonisinde olduğu gibi tanrı çiftleri olduğunu görüyoruz. Fakat Heliopolis kozmogonisinde diğer kozmogoniden farklı olarak her bir tanrı çiftindeki tanrıların kendine ait bir özgünlüğü olduğunu ve birbirinin tamamlayıcısı olduğunu söyleyebiliriz (örn. toprak, gök, hava, nem vb.)

Son olarak Memphis kozmogonisinden bahsedelim. Memphis, Aşağı ve Yukarı Mısır’ı birleştiren Menes tarafından M.Ö. 3000’de kurulmuş (tarihçi Manetho’ya göre), Kahire’nin güneyinde yer alan bir şehirdir. Memphis kozmogonisinin baş tanrısı Ptah’tır. “Her şeyi yapan büyük zanaatkâr” olarak görülen Ptah, demircilerin, zanaatkârların ve mimarların tanrısıydı. Memphis kozmogonisine göre Ptah, yine kadim sularda (Nun) Heliopolis kozmogonisinin baş tanrısı olan Atum’dan bile önce gelmekte, hatta Atum’u yaratan bir tanrı olarak görülmektedir. Ptah, sadece Atum’u değil, diğer tanrıları ve her şeyi “kalbiyle ve diliyle” yaratmıştır (tıpkı “ol der, olur” gibi). Ptah’ın her şeyi kalbiyle ve diliyle yaratması, dünyanın bir tanrının “yaratıcı konuşmasıyla oluştuğunu” ve “kelimelerin gücünü” ifade eden “logos” öğretisinin de ilk örneğidir. Dolayısıyla günümüzde çokça şahit olabildiğimiz, kötü ya da olumsuz bir sözün ardından evrenin bu sözü “iptal etmesi” için söylenen “Ay iptaal, iptaal!” sözlerini duyduğum zaman aklıma Memphis kozmogonisi gelmiyor değil=)

Ptah, erkek ve dişi öğeleri kendi bünyesinde barındıran bir tanrı olarak görülüyordu. Hatta bu kapsayıcılık, Ptah kelimesinin çözümlenmesiyle anlaşılabilir: Ta (Yer) + Pet (Gök), yani Ptah, erkek yer öğesi ile dişi gök öğesini birleştiriyor, bünyesinde barındırıyor.

Ptah görseli

Mısır kozmogonilerinin ortak noktası olarak genelde güneş tanrısı ifade edilse de güneş tanrısının her kozmogonide farklı varyasyonlarda [örn. şahin ya da doğan, anka, bir çocuk ya da bir scarab (bok böceği)] gösterildiği anlaşılıyor. Öte yandan her üç kozmogonide de bir diğer ortak ve aynı zamanda “değişmeyen” noktanın kadim sular yani Nun olduğu görülüyor. Nun demişken aklıma şimdi de The Nun (Dehşetin Yüzü) filmindeki korkunç rahibe geldi… Saat de geç oldu… O da ne! Bir karartı gördüm sanki!.. Neyse, The Nun demedim, şey yani yazmadım.

İptaal! İptaal!..

24 Ağustos 2025 Pazar

Sahilde Gördüğüm Hayalet(!)ten Antik Mısır’ın Medjet’ine Bir Yolculuk

Bugün deniz kenarında otururken gördüğüm küçük bir çocuğun bana çağrıştırdıklarından yola çıkarak bu blog yazımı yazmak istedim. Küçük çocuk plaj havlusunun beyaz renkli ters yüzünü çevirmiş, sadece “güneşten kararmış çırpı bacakları” görünecek şekilde havluyu kafasından aşağı sarkıtmış, “BÖÖ!” “BÖÖ!” diye bağırarak hayalet rolüne bürünmüş, etrafındakileri korkutmaya çalışıyordu (güneşten kararmış çırpı bacakları ifadesini neden tırnak içine aldığımı birazdan açıklayacağım). Çocuğun bu sevimli hâlleri aklıma ilk şu soruyu getirdi: Hayaletler neden genelde beyaz çarşaflar içinde gösterilirler ki?

Mesela böyle?

Aslında bu sorunun kesin bir cevabı olmadığını, konuya yönelik yaptığım kısa bir araştırma sonucunda fark ettim. Sonuç itibarıyla konuştuğumuz şey bir hayalet. Hayaletin fiziki bedenden arınmış, bir enerji hüzmesi olması gerekirken o, neden genelde beyaz çarşaflar içinde gösterilir ki? “Bilmediğin bir konuyla ilgili fikir yürütürken her zaman kavramın ya da kelimenin yazılışından yola çık” ilkesini düstur edinmiş biri olarak vardığım sonuç şuydu: İnsanların hayaleti “hayal edebilmesi (hayal-et=))” için onu kendi havsalaları içinde konumlandırmaları gerekir. Bu her şey için böyledir. Havsalamızın almadığı bir şeyi hayal edip somutlaştıramadığımıza göre insanların hayaleti tanımlayabilmesi için onu fiziki bedene büründürmesi gerekirdi. Peki neden beyaz çarşaf? Bununla ilgili de şöyle ilginç bir bilgiye denk geldim: Orta Çağ dönemi Avrupa’sında (örn. Almanya, Slovakya, İngiltere gibi) ölen kişiler bir tabutla değil, yatağıyla birlikte gömülürlermiş. Hatta ölülere, yataklarında tıpkı uyuyorlarmış gibi “rahat bir görünümde” pozisyon verilirmiş (örn. sağa ya da sola dönmüş cenin görünümünde ya da kollar baş hizasında dirsekten bükülmüş vaziyette vb. uyku pozisyonlarında). Arkeologlar bunun sebebini, o dönemdeki insanların ölülerinin öte alemde rahat etmesini sağlamak istemelerine ya da ölümü sadece bir son olarak değil, bir dinlenme yerine geçiş evresi olarak görmelerine bağlıyor. Antik Mısır başta olmak üzere (bekle, oraya hemen geliyorum=)) çoğu medeniyette ölülerin gömülürken öte alemde rahat edebilmeleri için gündelik hayatta kullandıkları eşyalarla birlikte gömüldükleri göz önüne alınırsa arkeologların bu konuyla ilgili yürüttükleri ilk fikre daha yakın olduğumu belirtmeliyim.

Ölü gömmede kullanılan yataklardan birinin görseli

 Evet, hâlâ beyaz çarşaf meselesine gelemedik. Gelelim o hâlde. Buna ilişkin iki görüş bulunuyor: 1) Ölülerin yatakla gömülmesi, 2) Ölülerin beyaz kumaşa (tıpkı İslamiyetteki kefene sararak gömme gibi) sarılarak gömülmesi.  

İlk görüşe göre ölülerin yataklarıyla birlikte gömüldüklerinden yola çıkan insanoğlu, hortladığını, gördüğünü sandığı ya da belki de gördüğü (!) ölen kişinin hayaletini tasvir etmek için kendi havsalası sınırında bir betimleme yapmak zorundaydı. Bunun için ölünün yatağında serili olabileceğini “hayal ettiği” beyaz çarşaftan yola çıkarak ölünün hayaletini, beyaz çarşaflar içinde tanımlamış olabilir. Ki o dönemlerdeki bir görgü şahidinin böyle bir tanımlaması kayda geçmiş bulunuyor. Peki neden ille de beyaz çarşaf? Başka pek çok renkte de çarşaf bulunmuyor muydu sanki?! diye bir soru sorduğunuzu duyar gibiyim. Bahsettiğim dönemde kumaşlar için kullanılan ham maddenin yün, ipek ve pamuk olduğu ve bunların hiçbirinin sanılanın aksine saf beyaz renkte olmadığını, bunları beyazlatmak için kimyasal kullanmak gerektiğini ve bunu sadece zenginlerin tercih ettiğini, sıradan bir kişinin ise beyazlatılmamış kumaşları kullandığını düşünürsek beyaz çarşaflar içinde görünen hayaletlerin zengin hayaletler olduğu çıkarımını yapmış oluruz. Ya da sadece zenginlerin hayaletlerinin yaşayanlara göründüğünü=) Dolayısıyla yatakla gömülme ve beyaz çarşaflı hayalet arasındaki ilişki zayıf bir ihtimal gibi görünüyor.

İkinci görüş olan ölülerin beyaz kumaşa sarılarak gömülmesi ve beyaz çarşaflı hayalet betimlemesi arasındaki ilişki bana göre daha makul. Ölülerin sadece bizim kültürümüzde değil pek çok kültürde saflığı ve arınmışlığı temsil etmesi sebebiyle beyaz kumaşa (bizim kültürümüzde kefene) sarılarak gömüldüğü hatta bunun tabutla gömülme uygulamasına geçilmeden önce çok daha yaygın olduğu düşünüldüğünde insan beyninin ölünün hayaleti ile ölünün son giysisi olan beyaz çarşaf arasında ilişki kurması ve gördüğü/gördüğünü sandığı hayaleti beyaz çarşaf içinde betimlemesi pekâlâ mümkün olabilir. Dolayısıyla filmlerde ya da medyada hayaletler neden genelde beyaz çarşaflar içinde gösterilir? sorusuna cevap olarak bu ikinci görüşü benimsiyorum ve artık deniz kenarındaki “güneşten kararmış çırpı bacaklı” hayaletin bendeki asıl çağrışımından bahsetmek istiyorum: Medjet!

Medjet. Başından aşağı beyaz çarşaf sarkıtmış çırpı bacaklı hayalet gibi=)

Çağrışımlar dünyamdaki neredeyse her yolun Antik Mısır’a çıktığını artık söylememe gerek yok=) Sahildeki güneşten kararmış çırpı bacaklı bu sevimli hayaleti gördüğümde aklıma ilk gelen Medjet oldu. Medjet, Antik Mısır’ın hakkında çok az şey bilinen bir tanrısı. Şekli tıpkı görselden de görebileceğiniz gibi çırpı bacaklı beyaz çarşaflar içindeki bir hayaleti andırıyor. Tabii ki Medjet’in sizdeki çağrışımı farklı olabilir. Belki bacaklı bir yumurta, ters çevrilmiş beyaz bir kova ya da üzerine beyaz kova geçirmiş biri…

Medjet'in bir başka tasviri

 

Yukarıdaki tasvirin renklendirilmiş hâli

Antik Mısır tanrı ve tanrıçalarının genelde insan ve/veya hayvan biçiminde tasvir edildikleri düşünüldüğünde Medjet’in gösterim biçiminin sıra dışı olduğunu söyleyebiliriz. Medjet’in tasvirinde insana dair bir çift bacak ve göz dışında herhangi bir şey yok. İsmi “kuvvetlice vuran”, “cezalandıran”, “sert bir şekilde yere seren” gibi “yıkıcı” anlamlara gelen Medjet, bu yıkımı Osiris’in Evi’nde saygısızlık eden ölülere fırlattığı, gözlerinden çıkan yıkıcı enerjiyle yapıyor. Osiris’in Evi’nin ölümden sonrası hayatta ölen kişileri barındırdığını düşünürsek Medjet sayesinde saygısız ölülerin cezalandırıldıklarını ve Osiris’in Evi’nin güvenliğinin sağlandığını ifade edebiliriz.

Peki Medjet neden beyaz çarşaflı bir hayalete benzer bir görünümde tasvir edilmiş? Bunun cevabını henüz Mısırbilimciler verebilmiş değil. Medjet tasvirlerinin ilk olarak 21. Hanedanlık (MÖ 1077-MÖ 943) döneminde yani Ramsesler döneminden sonraki üçüncü ara dönemde yapıldığı biliniyor. Mısır’ın ara dönemleri politik karışıklığın olduğu, yönetimin istikrarsız, halkın huzursuz olduğu dönemlere denk geliyor. Bu dönemlerde yazıcıların eğitimleri ve sanatsal faaliyetler de yönetimin zayıflaması sebebiyle sekteye uğruyor. Böyle bir dönemde Mısır sanatı için sıra dışı bir gösterim olan Medjet’in ortaya çıkması, gerçekten çok ilginç. Acaba karışık bir dönemde Medjet’i beyaz çarşaflı bir hayalet gibi tasvir eden Mısırlı sanatçının aklından o sırada ne geçiyordu? Ona Medjet’i çağrıştıran neydi? Acaba neyi sembolize etmek için beyaz çarşaflı hayaletvari bir şekli tercih etmişti? Umarım Mısırbilimciler bu gizemi bir an önce gün yüzüne çıkarır ve bir çağrışım yolculuğunun sırrı da çözülmüş olur.

Benim bugünkü çağrışımlar yolculuğum burada sona erdi. Bir sonraki yolculukta nereden yola çıkıp nereye varacağımın (büyük ihtimalle Antik Mısır=)) merakı ve heyecanı içinde yeni yazımlarımda görüşmek üzere=)


15 Ağustos 2025 Cuma

Hiyeroglifler 101-Ünite 2

 Bu derste sadece edatları ve fonetik tamamlayıcıları ele alacağız. Bu yüzden diğer iki derse göre daha kısa bir ders olacak.

Öncelikle edat nedir, kısaca ondan bahsedelim. Zira Türkçe dil bilgisinde edat ve bağlaç, belki de en çok karıştırılan kavramlar arasında yer alıyor. Edat, kendi başına bir anlamı olmayan fakat iki sözcük arasında anlam ilişkisi kurduğu için cümleden çıkarıldığı zaman cümlenin anlamsızlaştığı kelimelerdir. Anlamsızlaşma üzerinde özellikle durdum çünkü edatı bağlaçtan ayıran en önemli özellik budur. Cümledeki bir bağlacı cümleden çıkardığımız zaman cümlede anlam kaybı olmazken bir edatı çıkardığımızda cümlede anlam kaybı olur. Gibi, için, rağmen, karşın, ile vb. kelimeler Türkçede en sık kullanılan edatlar olarak karşımıza çıkar. Örneğin “Kalem ile yazdı,” cümlesindeki ile bir edattır. Zira cümleden çıktığında cümlede anlam kaybı olur (Kalem ile yazdı cümlesinde “o” gizli öznesi vardır, ile edatı çıktığında özne kalem olur, yani anlam kaybı yaşanır). Öte yandan “Aslı ile Kerem geldi,” cümlesinde ise ile bağlaç görevindedir zira cümleden çıktığında cümlede herhangi bir anlam kaybı olmaz. Bu kısa dil bilgisinden sonra Eski Mısır dilindeki edatlara bir bakalım:

Edatlar:


Yukarıdaki tabloda edatların hiyeroglif karşılığı, hemen yanında transliterasyonu, onun da yanında Türkçe anlamını görüyorsunuz. Edatları oluşturan fonogramları 1. Ünitedeki tek harfli ve iki harfli fonogramlar tablolarından hatırlayabilirsiniz. Edatları alt alta şu şekilde ifade edebiliriz:

Baykuş hiyeroglifi (tek harfli/m): İçinde, ile, ondan (İngilizcedeki in, with, from)

Su hiyeroglifi (ben bunu Nil'in dalgası diye kodluyorum, zaten belirttiği ses olan n, Nil'i çağrıştırıyor) (tek harfli/n): Ona, onun, için (İngilizcedeki for, of, to)

Kamış (aslında kuş tüyüne daha çok benziyor, ben o yüzden kuş tüyü diye kodluyorum) ile su hiyeroglifleri (i ve ne fonogramlarından oluşuyor) İn: Tarafından (İngilizcedeki by)

Kıvrılmış lif, su ve ön kol hiyeroglifleri Hena (h, n ve a fonogramlarından oluşuyor, transliterasyonuna göre a sesinin kısa telaffuz edilmesi gerekiyor): İle (İngilizcedeki with)

Ağız hiyeroglifi (tek harfli/r): Ona doğru (İngilizcedeki towards)

Saplı süt sürahisi hiyeroglifi mi ve kamış hiyeroglifi i (kamış hiyeroglifi burada fonetik tamamlayıcı görevinde): Gibi (İngilizcedeki like)

Yüz hiyeroglifi Hr: Üstünde (İngilizcedeki on)

Kasap bloğu hiyeroglifi hr ve ağız hiyeroglisi r (ağız hiyeroglifi burada fonetik tamamlayıcı görevinde) Hr: Altında (İngilizcedeki below)

Dikkat ettiyseniz yukarıdaki edat açıklamaları kısmında bazı parantez içlerinde "fonetik tamamlayıcı" terimini görmüşsünüzdür. O zaman şimdi de bu ünitenin bir diğer konusu olan fonetik tamamlayıcıların sırası gelmiş demektir. Sesli harflerin hiyerogliflerde belirtilmediğini, dolayısıyla hiyeroglif metinlerinin Antik Mısır’da nasıl telaffuz edildiğini bilmediğimizi önceki derslerimizde belirtmiştim. İşte fonetik tamamlayıcılar bu noktada bir nebze olsun yardımımıza koşuyor. Zira fonetik tamamlayıcılar bir kelimenin nasıl telaffuz edileceğini gösteren bir yardımcı görevinde olabilir. Örneğin bir metinde aynı ses peş peşe geliyorsa tek harfli fonogram (ses) genellikle bir fonetik tamamlayıcıdır ve transliterasyonda belirtilmez. Tıpkı "altında (below)" edatı anlamına gelen kasap bloğu hiyeroglifinin sonrasında gelen ağız hiyeroglifi r fonogramında olduğu gibi. Zira kasap bloğu hiyeroglifi iki harfli bir fonogramdır ve sesleri hr'dir. Sonrasında gelen r tek seslisi, r sesine vurgu yapan bir fonetik tamamlayıcıdır. Bu nedenle telaffuz edilmez.


 Yukarıdaki hiyeroglif “mr” olarak okunur ve “sevmek” anlamına gelen bir fiildir. Önceki derslerden hatırlarsanız bir hiyeroglifi okumak için metnin içindeki insan, hayvan gibi sembollerin bakış yönünü tayin etmemiz gerektiğini söylemiştim. Bu metindeki insan sembolü sola baktığı için okumayı soldan sağa doğru yapmamız gerekir. Burada alt alta iki hiyeroglif görülüyor. Okuma ile ilgili ikinci kural, yön belirlendikten sonra alt alta hiyeroglifler varsa hiyerogliflerin her zaman yukarıdan aşağıya doğru okuması gerektiğidir. Sol üstteki ilk hiyeroglif, iki sesli bir fonogram olan “mr” hiyeroglifidir. Altındaki ağız hiyeroglifi ise tek sesli bir fonogram olan “r” sesidir. Dikkat ederseniz “mr” sesinin sonu da r’dir. Yukarıda, bir metinde aynı ses peş peşe geldiğinde tek harfli fonogramın telaffuz edilmediğinden, onun bir fonetik tamamlayıcı olduğundan bahsetmiştim. Dolayısıyla bu metinde de r fonogramı bir fonetik tamamlayıcı hizmeti görmektedir. Sağdaki elini ağzına götürmüş insan sembolü ise 1. Ünite’den hatırlayacağınız bir ideogramdır. Ses değeri olmadığından telaffuz edilmez. Fakat anlamı belirginleştirir. Burada bahsedilen “sevmek” eyleminin bir erkek kişisi tarafından söylendiği bilgisini kestirme yoldan okuyucuya iletir.

Antik Mısırlılar fonetik tamamlayıcıları telaffuza yardımcı olması için (ama dikkat ederseniz yine iki sessiz arasında hangi seslinin olduğu bilgisini vermiyor, sadece son sesi teyit ederek yardımcı oluyor) kullanmakla birlikte bazı durumlarda yazıyı okuyan kişinin aklını katıştırmayı amaçlayarak da kullanmışlardır. Zira hiyeroglif metinleri Tanrı’nın sözleri (Medu Neter) olarak görülüyor ve kutsal sayılıyordu. Bu sebeple yazılı metinlerdeki bilgilerin yanlış kişilerin eline geçmesini engellemek için ek önlem olarak fonetik tamamlayıcılar kullanılabiliyordu.

…………………………..

Türkçe kaynak ve ileri okuma önerileri:

Eski Mısır hiyeroglifleri ile ilgili Türkçe kaynak yetersizliği, hiyeroglifleri öğrenmek isteyen Türkler için önemli bir eksiklikti. Bu noktada hiyeroglifler hakkında detaylı bilgi edinebileceğiniz ve benim de bu seriyi hazırlarken çokça faydalandığım Türkçe kaynak için Duygu Alkan Erdoğdu’nun Udemy’deki hiyeroglif eğitimlerini takip edebilirsiniz. Ayrıca yine Duygu Alkan Erdoğdu tarafından yazılmış olan Amon Okulu kitabını da şiddetle tavsiye ederim. İlgili kitap, Mısır felsefesinde derinleşmenizde bir adım olabileceği gibi Eski Mısır hakkında bildiğiniz bazı şeylerin ne kadar da yanlış olduğunu ya da tarih boyunca yanlış yorumlanıp aktarılmış olduğunu fark etmenizi de sağlayacaktır. Yazar,  Amon Okulu’nun devamı niteliğinde ikinci kitabının da çıkacağı müjdesini vermiştir. Ben de ikinci kitabı büyük bir heyecan ve merakla bekliyorum.

……………………………….

Fonetik tamamlayıcıları sonraki ünitelerde işleyeceğimiz tanrı isimleri, sıfatları ve sunu metinlerinde bolca göreceğiz. Böylece daha iyi bir şekilde anlayabileceğiz. Bu üniteyi burada sonlandırıyorum çünkü bir an önce tanrı isimleri, sıfatları ve sunu formülleri çözümlemeleri yaparak şimdiye kadar gördüğümüz hiyerogliflerle ilgili teknik bilgileri sizler için daha anlaşılır kılmayı ve sizlerin de böylece hiyeroglifleri tecrübe etmenizi sağlamak istiyorum. O zaman bu ünitenin Karnak Tapınağı Metinleri cümlesi gelsin:

“Tecrübe size öğretecektir, bir hoca size sadece yolu gösterebilir.”

14 Ağustos 2025 Perşembe

Hiyeroglifler 101-Ünite 1

Hiyeroglifler fonogram ve ideogram olmak üzere iki sınıfa ayrılır (Giriş dersinde Champollion’un hiyerogliflerle ilgili bu bilgiyi keşfeden kişi olduğunu belirtmiştim). Fonogram, tıpkı bir alfabedeki harfler gibi ses belirten sembollerdir. Hiyerogliflerde fonogramlar tek harfli, iki harfli veya üç harfli şekilde karşımıza çıkabilir. Türkçeyi oluşturan Latin alfabesinde sadece tek harfli sesler yer aldığından bu durum şimdilik size karmaşık gelebilir. Fakat hiyeroglif çözümlemesi yaptıkça fonogramları anlamak daha kolay bir hâle gelecektir.

Hiyerogliflerde sesli harfler olmasına rağmen genellikle sesli harflerin yazılmadığına, Mısırbilimcilerin ise okumayı kolaylaştırmak için sessiz harfler arasına genellikle “e” harfini eklediklerine Giriş dersimizde değinmiştim  (sesli harflerin yazılmaması yerden tasarruf etmekle ilgili olabilir, tıpkı günümüzde sosyal medyada yapılan çoğu yazışmada “zamandan tasarruf etmek (!)” için sesli harflerin çıkarılıp kelimelerin sesten mahrum bırakılarak yazılması gibi. Bunu “tamam” kelimesinin sosyal medyadaki evrim sürecinde görmek mümkün: Tamam-tam-tmm-tm). Örneğin yemek yemek anlamına gelen bir fiil olan “sedeb”, kumaş anlamında bir isim olan “hebes” ve ekmek anlamındaki “te” gibi kelimeler hiyerogliflerle yazılırken e harfleri yazılmamıştır. Okumada kolaylık olması için Mısırbilimciler bu kelimelere e harfini eklemiştir. Dolayısıyla Antik Mısırlılar bu kelimeleri sadab, habas, sidib, hibis vb. şekillerde telaffuz etmiş olabilirler. Fakat ilk derste de belirttiğim gibi bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Hiyerogliflerle ilgili fonogram gibi önemli olan bir diğer unsur da ideogramdır. Hatırlarsanız ilk derste Arap bilgin İbn-i Vahşiye’ye kadar hiyerogliflerle ilgili araştırma yapanların hiyerogliflerin sadece sembollerden yani ideogramlardan ibaret olduğunu, fonetik (ses) bir değeri olmadığını düşündüklerini söylemiştim. İbn-i Vahşiye ise hiyerogliflerin fonetik değeri olduğunu ortaya atan ilk kişi olarak hiyerogliflerin Champollion tarafından çözümlenmesine önemli bir katkı sağlamıştır. İdeogramlara dönecek olursak ideogramın, gösterdiği şeyi resmeden bir sembol olduğunu ifade edebiliriz. Dolayısıyla bir ideogramın fonetik bir değeri yoktur.

 

Yukarıdaki örnek, kumaş anlamına gelen hebes kelimesinin hiyeroglif karşılığıdır. Hiyeroglifleri okuyabilmek için okuma yönünü bilmek son derece önemlidir. Hiyeroglifler sağdan sola, soldan sağa veya yukarıdan aşağıya doğru yazılıp okunabilir. Okuma yönünü tayin edebilmek için hiyerogliflerdeki insan, hayvan veya bunlara dair şekillerin hangi yöne baktığını bilmek gerekir. Yukarıdaki örnekte b harfine karşılık gelen bacak sembolünün yönünün sola doğru olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla okumanın soldan sağa doğru yapılması gerekir. Soldaki dolanmış ip ya da kıvrılmış lif şeklindeki ilk sembolün harf karşılığı h, bacak şeklindeki ikinci sembolün b, kıvrılmış kumaş şeklindeki üçüncü sembolün ise s’dir [ilgili semboller size kıvrılmış lif ya da kıvrılmış kumaşı çağrıştırmıyor olabilir fakat genel kabul görmüş hiyeroglif literatüründe (baknz: Gardiner list) bu şekillere bu isimler verildiği için ben de burada bu isimleri yazmayı uygun gördüm]. Bir araya geldiklerin “hbs” (yani hebes) olarak okunarak kumaş anlamını verirler. Kumaş anlamı konusunda bizi temin eden ise en sağdaki fonetik değeri olmayan yani telaffuz edilmeyen ideogramdır. Dikkat edilirse bu şeklin bir dokuma tezgahını andırdığını anlayabilirsiniz.


Yukarıdaki örnek ise yemek yemek anlamına gelen “sedeb” kelimesinin hiyeroglif karşılığıdır. İlk olarak metindeki sembollerin yönüne bakmamız gerektiğini söylemiştim. Bu metinde sembollerin sola bakması, hiyerogliflerin soldan sağa doğru okunması gerektiğini gösteriyor. İlk sembol s, ikinci el sembolü d, üçüncü bacak sembolü ise b harflerine karşılık gelerek sedeb kelimesini oluşturuyor. Sondaki elini ağzına götürmüş (yeme eylemini ifade ediyor) insan sembolünün ise bir ideogram olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Bu sebeple telaffuz edilmez, sadece anlamı verir/güçlendirir.

İdeogramlar okuyucunun özellikle sesteş kelimeleri ayırt etmesini sağlayarak metnin doğru bir şekilde anlaşılmasını kolaylaştırır. Örneğin “setep” kelimesi hem doğramak anlamında bir fiil hem de paçavra anlamında bir isimdir (artık tahmin edebileceğiniz üzere bu kelimenin yazımında sadece sessiz harfleri karşılayan stp hiyeroglifleri kullanılır). Bu kelimenin yanında bıçak şeklinde bir ideogram olduğunda kelimenin “doğramak”, kumaş tezgahına benzer bir ideogram olduğunda ise “paçavra” anlamında kullanıldığı kolaylıkla anlaşılabilir.

Yukarıdaki örneklerden yola çıkarak Antik Mısırlıların bir kelimeyi ifade etmek için hem fonogramları hem de ideogramları kullanarak beynimizin sağ ve sol yarım kürelerine hitap etmekten hoşlandıklarını ifade edebiliriz. Zira harflere dayanan alfabeler sol beyne hitap ederken sezgisel yaklaşım ve sembolik düşünme sağ beyinle ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında hiyeroglif okumalarının beynimizin hem sol hem de sağ yarım küresini harekete geçirerek beyin jimnastiği yapmamızı sağladığını ve belki de bizi daha zeki bir hâle getirdiğini iddia etmek pek de yersiz olmaz. Bu konuyla ilgili yazım için şurayı tıklayabilirsiniz.

Bu dersin başlangıcında fonogramların tek harfli, iki harfli ve üç harfli olabileceğinden bahsetmiştim. İlk olarak tek harfli fonogramlara bir bakalım:

Tek harfli fonogramlar:


Yukarıdaki tablo klasik Mısır dilini (yani orta krallık dönemi dili, giriş dersimizde bahsetmiştim) oluşturan tek sesli hiyeroglifleri kapsıyor. Bu tablodaki hiyerogliflere Ptolemyler döneminde O ve L sesleri eklenmiştir. Zira Ptolemy yazmak için bu seslere ihtiyaç vardı (Ptolemyler döneminde yaşamış Kleopatra isminin yazılması için de O ve L harflerine ihtiyaç var). O ve L harflerinin fonogram karşılıklarının sırasıyla ters duran balon şeklinde bir kement ve aslan olduğunu bilmekte fayda var.

Üstteki "O" harfine karşılık gelen hiyeroglif, alttaki ise "L" harfine karşılık gelen hiyerogliftir (Ptolemyler döneminde kullanılmaya başlanmıştır). 


Tabloda dikkatinizi çekmesi gereken bir kavram da transliterasyondur. Transliterasyon, harf çevirisi anlamına gelir. Yani harflerin nasıl okunması gerektiğini gösterir. Genellikle İngilizcedeki translation (tercüme) ile karıştırılır fakat ikisi aynı şey değildir. Kendi ismimden örnek vermek gerekirse Gizem ismini hiyerogliflerle yazmak istersem transliterasyonunu yapmam gerekir. Yani ismi oluşturan harflerin (varsa) tek tek hiyeroglif karşılıklarını alıp yazmalıyım. Dolayısıyla özel isimler söz konusu olduğunda özel bir isim (örn. Gizem isminin) Mısır diline tercüme edilerek yazılmaz, translite (bu kelimenin Türkçesi yok, o yüzden bu şekilde yazdım) edilerek her bir harfinin hiyeroglif karşılığı alınarak yazılır.

Tablodaki transliterasyon sütunlarına dikkat ederseniz bazı harflerin transliterasyon karşılıklarının birebir o harfe denk geldiğini, bazı harflerin transliterasyon karşılıklarında ise farklı sembollerin olduğunu görebilirsiniz. Örneğin ilk satırdaki kuş şeklindeki “a” uzun bir a olarak okunmalıdır (aa gibi). Mısırbilimciler bunu belirtmek için bu harfin transliterasyon karşılığında üçe benzer bir sembol kullanmışlardır. Dördüncü satırdaki kol şeklindeki a harfi ise kısa okunması gereken bir a’dır (sadece a). Mısırbilimciler bunu belirtmek için bu harfin transliterasyon karşılığı olarak kesme işareti kullanmışlardır. Sağ sütundaki ikinci ve üçüncü satırlarda yer alan h harfleri boğazdan okunması gereken harflerdir. Bunu belirtmek için transliterasyon karşılıklarında h harfinin altında yay veya çizgi işaretleri kullanılmıştır. Sağ sütunun 10. satırında yer alan t harfinin altındaki çizgi, bize o harfin ç gibi okunması gerektiğini belirtir. Sağ sütunun son satırındaki d harfinin altındaki çizgi ise onun c gibi okunması gerektiğini ifade eder.

Şimdi de iki harfli bazı fonogramlara bakalım:

Artık transliterasyonun ne demek olduğunu bildiğimize göre ikinci satırdaki hn fonogramındaki h harfinin altındaki çizginin ya da sağ sütunda ikinci satırdaki d’nin altındaki çizginin ve yanındaki üçe benzer sembolün ne anlama geldiğini anlayabiliriz (h’nin altındaki çizginin o harfin boğazdan okunması gerektiğini, d’nin altındaki çizginin d’yi c’ye dönüştürdüğünü ve yanındaki üçe benzer şeklin de uzun a olarak okunduğunu artık biliyoruz).

İki harfli bazı fonogramların anlamsal karşılıklarını, Eski Mısır diliyle ilgili kelime dağarcığınızı genişletmek için vermek isterim. Örneğin ilk satırdaki “wer”, “büyük”, “önemli” anlamlarına gelen bir sıfattır. İkinci satırdaki “khen”, şeklinden de tahmin edilebileceği üzere “hayvan derisi” anlamına gelir. Sağ sütunun ilk satırındaki “aa”, “büyük”, “geniş” gibi anlamlara gelen bir sıfattır (iki şekilde de gösterilebildiğine dikkat ediniz).

Şimdi de üç harfli bazı fonogramlara bakalım:



Üç harfli fonogramlar içinde ilerleyen derslerde göreceğimiz sunu formüllerinde sıkça geçen bazı hiyerogliflerin anlamsal karşılıklarını şu şekilde belirtebiliriz:

Ankh: Yaşamın sonsuzluğunu, sürekliliğini ve insanı temsil eder. Yaşam anahtarıdır. Bununla birlikte dairesel kısım Nil’in deltasını, aşağıdaki kısım ise Nil’in yatağını sembolize eder. Aynı zamanda ateşin ve suyun kesişiminden ortaya çıkan ülke olan Mısır’ın da sembolüdür.

Neçer: Tanrı

Wab: Saf olan

User: Güç (hükümdarlık asası)

Nefer: İyi, mükemmel (Eski Mısır’da Snefru, Nefertiti, Nefertari gibi önemli kişiliklerin isimlerinde geçer)

Kheper: Oluşmak, varoluşa gelmek, dönüşmek, kendini yaratmak gibi anlamlara gelir. Doğan güneşi ve kendi potansiyelini keşfetme uğraşındaki insanı sembolize eder. Kheper’in kanatları kapalıysa bu, bilgelik arayışındaki insan anlamına gelir. Kanatları açık Kheper ise potansiyelini keşfetmiş ve bilgeliğe ulaşmış insandır.

Aped: Kümes hayvanı

Öğrenmeyi pekiştirmek için bir soru sorarak bu üniteyi burada sonlandırıyorum:

Bu derste gördüğümüz Kheper ile Giriş dersimizde gördüğümüz Piramit Metinleri arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir? Üzerinde düşününüz.

………………………..

Türkçe kaynak ve ileri okuma önerileri:

Eski Mısır hiyeroglifleri ile ilgili Türkçe kaynak yetersizliği, hiyeroglifleri öğrenmek isteyen Türkler için önemli bir eksiklikti. Bu noktada hiyeroglifler hakkında detaylı bilgi edinebileceğiniz ve benim de bu seriyi hazırlarken çokça faydalandığım Türkçe kaynak için Duygu Alkan Erdoğdu’nun Udemy’deki hiyeroglif eğitimlerini takip edebilirsiniz. Ayrıca yine Duygu Alkan Erdoğdu tarafından yazılmış olan Amon Okulu kitabını da şiddetle tavsiye ederim. İlgili kitap, Mısır felsefesinde derinleşmenizde bir adım olabileceği gibi Eski Mısır hakkında bildiğiniz bazı şeylerin ne kadar da yanlış olduğunu ya da tarih boyunca yanlış yorumlanıp aktarılmış olduğunu fark etmenizi de sağlayacaktır. Yazar,  Amon Okulu’nun devamı niteliğinde ikinci kitabının da çıkacağı müjdesini vermiştir. Ben de ikinci kitabı büyük bir heyecan ve merakla bekliyorum.

…………………………..

Her ünite sonunda Amon Okulu kitabında Türkçe tercümesine denk geldiğim Karnak Metinleri’nde geçen cümlelerden hoşuma giden ve öğrenme ve öğretme yolculuğu içinde bulunan herkese ilhâm olabileceğini düşündüğüm cümleler paylaşacağım. Bu ünite sonundaki Karnak Metni cümlemiz şu olsun:

“Duymak istemeyenlere öğretmeyin.”

Kanatları kapalı bir Kheper isek kanatlarımızın açılması, henüz bir Kheper değilsek de Kheper olabilmek dileğiyle 2. Ünite'de görüşmek üzere;)

13 Ağustos 2025 Çarşamba

Hiyeroglifler 101-Giriş


Bu yazı, hiyeroglifleri derinlemesine ele alacağım, hiyerogliflerin nasıl okuncağına dair bilgi vereceğim ve hiyeroglif çözümlemeleri yapacağım blog yazıları serisinin ilk yazısıdır. Bu seriyi, hiyerogliflerin zorluk derecesine göre başlangıç, orta ve ileri seviye olmak üzere üç seviyede ele almayı planlıyorum. Başlangıç seviyesinin ilk yazısı olması sebebiyle bu yazının başlığı Hiyeroglifler 101-Giriş oldu. Dolayısıyla orta seviye yazılarıma geldiğimizde başlık Hiyeroglifler 201, ileri seviyeye geldiğimizde ise Hiyeroglifler 301 isimlerini alacak. Bu yazımda hiyerogliflerin Eski Mısır hanedanlığı ve sonrasındaki hanedanlıklar dönemindeki yerini, önemini, unutuluşunu ve sonra tekrar nasıl keşfedilip ortaya çıkarıldığını asıl hiyeroglif okuma derslerine geçmeden önce bir giriş niteliğinde kısaca (beş sayfacık=)) ele almaya çalıştım. Meraklısına iyi okumalar.

Afro Asyatik dil ailesine mensup olan Eski Mısır dili denildiğinde akla ilk gelen hiyerogliflerdir. Öte yandan hiyerogliflerle ilgili yaygın bir yanlışı düzeltmek gerekir. O da hiyerogliflerin eski Mısırlıların konuşma dili olduğu yönündeki düşüncedir. Oysaki konuşma dili ve yazı dili birbirinden farklıdır. Nasıl ki Türkiye’de konuştuğumuz dil Türkçe iken yazı dilimiz Latin alfabesinden oluşuyorsa Eski Mısır’da da konuşma dili Eski Mısır diliyken yazı dillerinden biri hiyerogliflerdi. Dolayısıyla hiyeroglifler, Eski Mısır dilinin yazıldığı sistemin bir adı, bir alfabesidir.

Konuşulan Eski Mısır dilindeki kelimelerin kulağa nasıl geldiğiyle ilgili sadece tahmin yürütebiliriz. Zira Eski Mısırlılar konuştukları dili yazıya dökerken sesli harfler kullanmamışlar, sadece sessiz harflerle yazmışlardır. Örneğin Eski Mısır’ın meşhur bir tanrısının ismi olup “her şeyin ardında olan, gizli olan, saklı olan, görünmeyen” gibi anlamlara gelen Amon, “mn” iki harfli hiyeroglifiyle yazılır (hiyerogliflerle ilgili teknik detaylar ve hiyerogliflerin nasıl okunduğu sonraki blog yazılarımın konusu olacağı için burada ilgili hiyeroglifi çözümleme ihtiyacı duymadım. Merak edenler gelecek blog yazılarımı bekleyebilirler=)).



Dolayısıyla Amon, aslında Amen, Amin, Amun diye de okunabilir. Zaten konuya yönelik kaynaklarda bu ismin farklı farklı yazıldığına (örn. Amon, Amen ya da Amun olarak) şahit olmuşsunuzdur.  Mısır bilimciler seslerden yoksun olan bu hiyeroglifleri okumakta kolaylık olması için genellikle iki sessiz harf arasına “e” sesli harfini ekleyerek okuma yapmayı tercih etmişler ve etmektedirler. Eski Mısır’da Amon’un ya da diğer kelimelerin nasıl telaffuz edildiğini hiçbir zaman bilemeyecek olsak da Eski Mısır dilinin kulağa nasıl geldiğiyle ilgili bir tahminimiz olabilir. Bunun için Eski Mısır dilinin mensubu olduğu Afro Asyatik dil ailesindeki diğer dillere başvurabiliriz. Örneğin bu dil ailesinden olan Berberi dili, Çad dili ya da Sami dillerinden Arapça ve İbranice gibi dillerin kulağa nasıl geldiğini günümüzde biliyoruz. Eski Mısır dili de büyük ihtimalle bu tür dillerin tınısına sahipti.

Eski Mısır’ın konuşma diliyle ilgili bu kadar bilgi yeterli. Zira bu yazıda ve bu konuyla ilgili gelecek yazılarda asıl üzerinde duracağımız Eski Mısır’ın yazı dili olan hiyeroglifler. Eski Mısır hiyerogliflerini kronolojik olarak dört sınıfta inceleyebiliriz: Hanedanlık öncesi dönemdeki proto hiyeroglifler (MÖ 5000-MÖ 3050), eski krallık dönemi hiyeroglifleri (MÖ 2663-MÖ 2060), orta krallık dönemi hiyeroglifleri (MÖ 2060-MÖ 1549)  ve geç dönem hiyeroglifleri (MÖ 1292-MÖ 525).

Milattan önce 4000 civarına tarihlenen kil vazoların üzerindeki çizimler, Mısır’ın hanedanlık öncesi döneminin efsanevi kralı olan Akrep Kral ile Aşağı ve Yukarı Mısır’ı birleştirerek Mısır’da ilk hanedanlığı kuran Kral Narmer’in (namıdiğer Menes) isimleri, proto dönem hiyerogliflerinin ilk örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Akrep Kral ismi yazılı hiyeroglif, İngiltere’deki Asmolian müzesinde sergilenen bir topuz başının üzerinde bulunurken Kral Narmer’i tasvir eden ve kralın isminin yazılı olduğu Narmer paleti ise Kahire müzesinde bulunuyor. Kralın, bir yüzünde Aşağı Mısır’ın kızıl tacını, bir yüzünde ise Yukarı Mısır’ın beyaz tacını taşır vaziyette Mısır’ın düşmanlarını yok ederken ve tören alayında ilerlerken resmedildiği Narmer paleti, bir Mısır kralının tasvir edildiği ilk örnek olması açısından da ayrı bir öneme sahip.

Akrep Kralın betimlendiği topuz başı (kralın yüzünün hemen sağındaki akrep şeklini kolaylıkla görebilirsiniz)


Narmer paleti (soldaki yüzde Kral Narmer Yukarı Mısır'ın beyaz tacını giymiş, düşmanlarını alt ederken tasvir edilmiş. Sağdaki yüzde ise Narmer, Aşağı Mısır'ın kırmızı tacını giymiş vaziyette, tören alayında yürürken betimlenmiş.)

Yukarıdaki görsellerden de görülebileceği üzere proto dönem hiyerogliflerinin kolayca anlaşılabilecek  ideogramlardan (sembollerden) oluştuğu ifade edilebilir.

Eski krallık dönemine gelindiğinde hiyerogliflerin soyut ve karmaşık düşünceleri aktaracak şekilde gelişme gösterdiği ve gramerin de geliştiği görülüyor. Eski krallığın beşinci hanedanlık dönemi krallarından olan Unas’ın Sakkara’da inşa ettirdiği piramidin içinde yazılı olan metinlerden oluşan Piramit Metinleri, bu döneme ait kapsamlı metinlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Son derece sembolik bir dili olan Piramit Metinleri, dünyanın en eski dinsel metni olarak da biliniyor. Piramit Metinleri’nin özünde kralın (Unas’ın) ölümden sonra geçtiği aşamalar, göğe yükselişi, tanrısal bir varlık hâline gelmesi, Osiris’e katılması, başka bir deyişle kralın geçirdiği ruhsal dönüşümden bahsediliyor. Piramit Metinleri’nde bunun yanı sıra yıldız gözlemleriyle ilgili kayıtlar da yer alıyor.

Piramit Metinleri’nde kralın ölüm sonrası geçtiği aşamalarla ilgili kısımdan alınmış bir örnek:

Gittin ama geleceksin

Uyudun ama uyanacaksın

Göklere yüksel

Gökler sana Orion gibi yeniden doğum versin

Gökyüzüne Orion olarak ulaşacaksın

Ruhun, Sirius kadar etkin olacak

Orta krallık dönemi, hiyerogliflerin altın çağını yaşadığı bir dönemdir. Zira eski krallık ile orta krallık arasında merkezi yönetimin zayıfladığı bir dönem olan birinci ara dönemde yazıcılar, nitelikli eğitimden mahrum bırakılmış, bu durum da hiyerogliflerin yazım kalitesinin ciddi anlamda düşmesine yol açmıştı. Orta krallık dönemine gelindiğinde ise merkezi yönetimin tekrar güçlenmesiyle birlikte istikrar dönemi yeniden başlamış, böylece yazıcılar da nitelikli eğitim alabilmiştir.

Orta krallık dönemi, edebi ve yazılı eserler açısından en verimli olunan dönemdir. Gemisi Batmış Denizci ile İnsan ve Ruhu Arasındaki Diyalog gibi metinler, günümüzdeki pek çok hiyeroglif metninin de dilini oluşturan ve klasik Mısır dili olarak da adlandırılan orta krallık yazı diliyle yazılmış ünlü edebi metinlere örnektir (bu metinlerin içeriğini gelecek blog yazılarıma bıraktığımdan ilgili metinlere burada değinmeyeceğim). Öte yandan eski krallıktaki beşinci hanedanlık döneminde yaşamış bir kral veziri olan Ptah Hotep’in verdiği öğütlerden oluşan Ptah Hotep İlkeleri de orta krallık dönemi diliyle yazılmış en önemli metinlerden biridir. Ptah Hotep, her ne kadar eski krallık döneminde yaşamış olsa da verdiği öğütlerin etkileyiciliği ve geçerliliği, bu öğütlerin ahlaki ilkeler olarak kabul görüp nesilden nesile aktarılmasını sağlamış hatta bu ilkeler yazıcılık okullarında öğrencilere tekrar tekrar yazmaları için ödev olarak verilmiştir. Bu nedenle Ptah Hotep İlkeleri orta krallık dönemine de aktarılarak orta krallık diliyle yazıya geçirilmiştir (Ptah Hotep İlkeleri de gelecek blog yazılarımdan birinin konusu olduğundan ilgili ilkelere burada değinmeyeceğim).

Geç döneme gelindiğinde hiyeratik denen bir yazı stiliyle karşılaşıyoruz. Hiyeratik, hiyerogliflerin daha basite indirgenmiş pratik bir formu olarak tanımlanabilir. Zira o dönemde hiyerogliflerin günlük hayatın ihtiyaçlarına cevap veremeyecek denli zor, karmaşık ve uzun olması sebebiyle hiyerogliflerin günlük hayattaki kullanımına uygun bir versiyonu olan hiyeratik geliştirilmiştir.

Hakikat Meydanı anlamına gelen Dayrül Medina bölgesindeki kaya mezarlarında bulunan ve işçilerin iş planları, işe gelmeme sebepleri, hastalık, ölüm, evlilik ve kutlama kayıtları gibi gündelik hayata ilişkin metinler hem geç dönem Mısırlılarının gündelik hayatına hem de geç dönem hiyerogliflerine dair bilgi verici niteliktedir.

Dayrül Medina’dan çıkarılan geç döneme tarihlenen bir mektup örneği:

Bana karşı olumsuz tutumunun sebebi nedir?

Yapılacak bir iş varsa beni çağırıyorsun

Bira içileceği zaman beni çağırmıyorsun

Metnin içeriğinden de anlaşılabileceği üzere hiyeratiğin günlük işler, kişiler arası ilişkiler vb. gündelik hayata dair metinlerde kullanıldığını ifade edebiliriz. Dolayısıyla daha soyut ve kutsal olan/sayılan tanrısal/ilahi metinler ve krallara dair cümlelerin, karmaşık ve zor bir yazı dili sayılan hiyerogliflerle, daha insani ve dünyevi işlere dair metinlerin ise hiyerogliflerin basite indirgenmiş bir formu olan hiyeratikle yazılmış olduğu söylenebilir.

Eski Mısır’da yazı dili türetme faaliyeti, hiyerogliflerden hiyeratiğin türetilmesiye son bulmamıştır. MÖ 7-5. yüzyıllar arasında Mısır’ın Libya’dan ve Etiyopya’dan gelen saldırılara maruz kalması, Pers dönemi, Büyük İskender’in Mısır’ı fethetmesiyle başlayan Ptolemyler dönemi, sonraki Roma dönemi ve sonrasındaki Arap dönemi gibi dönemlerde Mısır’ı Mısırlı krallar değil yabancılar yönetince bu durum dile de yansımış, hiyeratikten türemiş bir yazı dili olan demotik ortaya çıkmıştır. MÖ 323’te Mısır’ı fetheden Büyük İskender’in ölümünden sonra Mısır’ı yönetmeye başlayan, İskender’in generallerinden biri olan Ptolemy ile başlayan ve MÖ 323-MÖ 30’a kadar süren Ptolemyler döneminde demotik, çok yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Bu dönemde demotiğin günlük yazışma dilinde ön plana geçmesiyle hiyeroglifler unutulmaya başlanmış, anıt duvarlarda ve dikilitaşlarda var olan bir anıtsal yazıya dönüşmüştür. Öte yandan bu dönemde unutulmaya yüz tutmuş hiyerogliflerin bin yılı aşkın bir süre sonra tekrar çözülmesini sağlayacak olan gelişme de yine bu dönemde yaşanmıştır. O da Beşinci Ptolemy’nin taç giyme töreniyle ilgili bir yazıyı barındıran Rosetta taşının üzerindeki yazıların bu dönemde yazılmasıdır.

Rosetta taşı (üstteki 14 satır hiyeroglif, ortadaki 32 satır demotik, alttaki 53 satır ise Antik Grek dilinde yazılmış metinlerden oluşmaktadır.)


Mısır’ın MÖ 30’da Roma imparatorluğu tarafından fethedilmesiyle Ptolemy hanedanlığı sona ermiş, Mısır, Roma imparatorluğunun bir eyaleti hâline gelip Hıristiyanlaşmış, Hıristiyanlaşan yerli Mısır halkı Koptik denen bir dil konuşmaya başlamış, 7. yüzyılda ise Araplar tarafından fethedilen Mısır, müslümanlaşmıştır. Dolayısıyla günümüzdeki Mısır’ın, Arap yarımadasından gelenlerin torunları olduğunun bilinmesi gerekir.

Hiyeroglifler her ne kadar MS 4. yüzyıla kadar bir yazı dili olarak kullanılmış olsa da farklı uygarlıkların hâkimiyeti, Hıristiyanlığın yayılmasıyla Eski Mısır’a dair büyük geleneklerin silinmeye çalışılması ve yazıcıların bu dönemlerde yetiştirilmemesi gibi sebeplerle zamanla unutulmuş, hiyerogliflerin aktif olduğu dönemde bile halkının %5’inin okuyup yazabildiği hiyeroglifleri Mısır’da yazabilen ve okuyabilen kimse kalmamıştır. Özellikle Roma imparatorluğu hâkimiyeti ile birlikte gelen Hıristiyanlık propagandası, hiyerogliflerin unutulmasında önemli bir etken olmuştur. İmparator Constantin’in MS 313’te Hıristiyanlığı serbest bırakmasıyla MS 391’de imparator Teodosyus Eski Mısır dinini yasaklamış ve Mısır’da tapınakları kapatmıştır. Manastırlarda Hıristiyanlık propagandası yapan rahipler hiyerogliflerin kuşlar, sürüngenler ve kedilere ait çizimlerden başka bir şey olmadığı, birer saçmalık olduğu, Hıristiyanların bunlarla uğraşmaması gerektiği yönünde halkı manipüle etmeye çalışmıştır. Ayrıca İkinci Ptolemy tarafından kurulmuş olan, içinde bir müze, bir felsefe okulu, botanik bahçesi ve bir gözlemevi bulunan, matematik, fizik, astronomi ve geometri gibi alanlarda derinleşmek isteyen herkesin uğrak yeri olan, Batlamyus, Öklid, Arşimed, Aristaryus ve Hipakrus gibi pek çok bilimadamını yetiştiren ve Eski Mısır’ın kadim bilgeliğine dair çoğu kaydı barındıran İskenderiye kütüphanesi bu dönemde fanatik Hıristiyanlar tarafından yakılmıştır. Tüm bunlar hiyerogliflere dair tüm bilgilerin yok olmasına sebep olmuştur.

Propagandacı Hıristiyan rahipler gibi alaycı olmasa da hiyeroglifler üzerinde çalışan araştırmacıların çoğu da hiyerogliflerin tamamen sembolik olduğunu, fonetik bir değerinin olmadığını düşünmüşlerdir. Hiyerogliflerin fonetik bir değeri olduğundan bahseden ilk kişi, 9. ve 10. yüzyıllar arasında Irak’ta yaşamış, simya üzerine de çalışmaları olan Arap bilgin İbn-i Vahşiye’dir (bu bahis, bilginin Şeykul Mustekam isimli kitabında geçer). İbn-i Vahşiye aynı zamanda Hıristiyanlaşmış Mısırlıların konuştuğu dil olan Koptik ile hiyeroglifler arasındaki ilişkiyi keşfeden de ilk kişidir. İbn-i Vahşiye’nin bu etkinlikleri, hiyerogliflerin çözülmesine önemli katkılar sağlamıştır.

Napollon’un 1799-1801 yılları arasında Mısır’ı fethetmesi, hiyerogliflerin bin yılı aşkın bir zaman sonra tam anlamıyla çözülmesi için yaşanacak gelişmelere vesile olmuştur. Zira bu dönemde ordudaki bilim insanları ve sanatçılar tarafından Mısır Betimlemesi isminde çok ciltli bir eser hazırlanıp basılmış, bu eser Avrupa’da Mısır’a karşı ilginin uyanmasını sağlamış, en önemlisi de  1799’da Fransız subaylardan biri Mısır’ın Raşid (Rosetta) kasabasında, üzerinde hiyeroglif, demotik ve antik Grek diliyle yazılar bulunan Rosetta taşını bulmuştur. İngiliz dil bilimci Thomas Young, Rosetta taşı üzerindeki kartuşların içinde kral isminin yazılı olduğu fikrini ortaya atmış ve böylece kartuş içinde yazılı olan Ptolemy ismini çözebilmiştir. Champollion ise hiyerogliflerin hem fonogram (ses değeri) hem de ideogramlardan (sembolik değer) oluştuğunu ve grameri olan bir yazı dili olduğunu keşfetmiş, zaten bilinen antik Grek dili ve bildiği Koptik diliyle taşın üzerindeki demotik ve hiyeroglif arasında karşılaştırma yaparak hiyeroglifleri çözmeyi başarmıştır. Hiyeroglif Sözlüğü ve Hiyeroglif Grameri isimli iki eseri yazan Champollion, Avrupa’da Mısırbilimin kurulmasını sağlamıştır.

Champollion’un mektubunda geçen ve beni de çok etkileyip onunla özdeşleşmemi sağlayan sözleri ile bu yazımı sonlandırıyorum:

Bu antik toplumu derinlemesine ve sürekli bir biçimde çalışmak istiyorum

Anıtlarını ve bilgilerini çalıştıkça hayranlıkla doluyorum

Onlar hakkında yeni şeyler öğrendikçe coşkum artıyor

Çalıştığım onca uygarlık arasında hiçbirinin Mısır kadar kalbime yakın olduğunu söyleyemem

…………………..

Türkçe kaynak ve ileri okuma önerileri:

Eski Mısır hiyeroglifleri ile ilgili Türkçe kaynak yetersizliği, hiyeroglifleri öğrenmek isteyen Türkler için önemli bir eksiklikti. Bu noktada hiyeroglifler hakkında detaylı bilgi edinebileceğiniz ve benim de çok faydalandığım Türkçe kaynak için Duygu Alkan Erdoğdu’nun Udemy’deki hiyeroglif eğitimlerini takip edebilirsiniz. Ayrıca yine Duygu Alkan Erdoğdu tarafından yazılmış olan Amon Okulu kitabını da şiddetle tavsiye ederim. İlgili kitap, Mısır felsefesinde derinleşmenizde bir adım olabileceği gibi Eski Mısır hakkında bildiğiniz bazı şeylerin ne kadar da yanlış olduğunu ya da tarih boyunca yanlış yorumlanıp aktarılmış olduğunu fark etmenizi de sağlayacaktır. Yazar,  Amon Okulu'nun devamı niteliğinde ikinci bir kitabının da çıkacağı müjdesini vermiştir. Ben de ikinci kitabı büyük bir heyecan ve merakla bekliyorum.

………………………

Amon Okulu isimli kitapta karşılaştığım Karnak Tapınağı Metinleri’nden bir cümlenin, öğrenme yolculuğundaki her öğrenci için güzel bir öğüt olduğunu düşündüğümden ilgili cümleyi burada paylaşmak isterim:

“Bilmek içeriden gelir, hoca size sadece anahtarları verir.”

Bu blog yazıları serisinin hiyeroglifleri öğrenmek isteyenler için bir anahtar olması ve içimizdeki öğrenme aşkımızın hiç bitmemesi dileğiyle=)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

9 Haziran 2025 Pazartesi

Ereğli’nin Yumurta Kayalarının Hikâyesi: Alora ve Golian’ın Aşkı

 Alora bir Nimphe idi. Yani bir su perisi. Nimphe ırkının tüm özelliklerinin kusursuz bir temsilcisiydi. Sesi tıpkı bir ninni gibi rahatlatıcı ve melodik, gözleri okyanus resiflerindeki mavi mercanın renginden, suyun ruhuna göre şekil alan upuzun altın sarısı saçları kimi zaman dalgalı, kimi zaman sakin, ama her zaman capcanlı, teni ise yakamozun ışıltısıyla yıkanmış parlaklıkta ışıl ışıl…

Alora’yı diğer Nimphelerden ayıran bir biricikliği vardı. O da alnında bulunan küçük bir denizyıldızıydı. Alora, Nimphelerin Adamans soyundan geliyordu. Bu kadim soy, mutluluk ve temiz duygularla beslenirdi. Kötü niyet ve duygular onlar için ölümcül olabiliyordu. Sadece saf ve temiz duygularla bürünmüş olmaları sebebiyle Adamanslar, denizyıldızlarını taşımakla görevlendirilmişti. Bu denizyıldızlarının beş kolunun her birinde suya, toprağa, havaya, ateşe ve aethere hükmedecek kadim bilgiler yazılıydı. Denizyıldınızın tam ortasında ise bir elmas bulunurdu. Bu elmas ona temiz duygularla bakana mutluluk verir, onu ele geçirmek için ona açgözlü duygularla dokunanı ise taşa çevirirdi. Alora, Adamans soyundan geriye kalan nadir su perilerinden biriydi. Çoğu, alınlarında taşıdıkları denizyıldızları sebebiyle kötü niyetli avcılar tarafından ele geçirilmiş ve öldürülmüştü.

Bir gün Golian, Karadeniz’in kıyılarındaki küçük bir koyda dolaşırken onu derinden etkileyen bir ninni sesi işitti. Sesin kaynağını bulmaya çalıştı fakat bu ses sanki hem çok yakınında hem de çok uzaklarda gibiydi. Golian ne kadar çabalarsa çabalasın, sesin kaynağını bir türlü bulamadı. Ses de Golian’ı fark etmiş gibi bir anda kesilmişti. Golian kıyıda sesi tekrar duyabilmek umuduyla uzunca bir süre beklese de o gün sesi bir daha duyamadı.

Ertesi gün Karadeniz’in kıyısındaki aynı koya sesi duyabilmek için tekrar gitti. Bu sefer su hırçındı. Karadeniz’in hırçın dalgaları tüm kıyıyı boydan boya yıkıyordu. Bu hırçın dalgalar aciz bir insanoğlu olarak Golian’ı her dem büyülemişti. Ama o gün onu daha da büyülendiren, Karadeniz’in hırçın dalgalarının ahengiyle yükselip alçalan ninni sesiydi. Golian, hırçın dalgalar tarafından yutulmak pahasına da olsa ninninin kaynağını bulmaya kararlıydı. Bu yüzden hırçın Karadeniz’e adımını attı, bir adım daha, bir adım daha… O, adım attıkça ninni sesi sanki daha da yakınlaşıyor ama bir o kadar da uzaklaşıyordu. Bu, Golian’ı pes ettirmemişti.  Taa ki hırçın bir dalga onu yutana kadar.

Golian gözlerini açtığında ilk gördüğü tüm bulanıklık içinde ışıl ışıl parlayan bir taştı. Görüşü yavaş yavaş netleşmeye başladığında taşı çevreleyen beş koldan oluşan bir denizyıldızı, denizyıldızını sanki hem gözcüsü hem de taşıyıcısı masmavi bir çift muhteşem göz, yılanyıldızının kolları misali hareketli dalgalı upuzun sarı saçları ve ışıltılı teniyle Alora’yı gördü. O anda büyüleyici sesin ona ait olduğunu anlamıştı. Alora onu Karadeniz’in hırçın dalgaları arasında boğulmak üzereyken kurtarmıştı.

Günler geçtikçe Golian ve Alora arasında büyük bir aşk başladı. Her gün Karadeniz’in Ereğli kıyılarındaki güzel koyda buluşuyorlardı. Golian’ın suda geçirebileceği süre zarfında birlikte yüzüyorlar, Alora’nın karada geçirebileceği süre zarfında ise karada vakit geçiriyorlardı. Golian, Alora’nın yüzündeki elmasa baktıkça mutluluğu katlanıyordu. Çünkü Alora’ya duyduğu aşk tertemizdi. Fakat bu temiz duyguları kirletmeye kararlı kötü niyetli bir grup çoktandır hain planlarını yapmakla meşguldüler. Bunu henüz ne Golian ne de Alora biliyordu. Onlar sadece tertemiz duygular içinde birbirlerine âşık olmuş bir su perisi ile insan oğluydu…

Alora ve Golian belki böyle görünüyorlardı. Belki de çok farklıydılar. Kim bilir...

Yine bir gün Golian ile Alora Ereğli kıyısındaki koyda buluşmuşlardı. Alora Golian’a sakin bir ninni söylüyordu. Zira o gün su da son derece dingindi. Bu sırada tüm bu sakinliği tıpkı bir mızrakla parçalarmışçasına bozan o olay oldu. Kötü niyetli grup Golian’ı uzunca bir süredir takip ediyordu. Amaçları Alora’nın alnında taşıdığı denizyıldızını ve yıldızın ortasındaki elması ele geçirmekti. Bunun için Alora’nın korunaksız olduğu ve gardını indirdiği bir zamanı kolluyorlardı. Alora, aşkı Golian’a ninni söylerken sadece onun mutluluğunu düşünüyordu. Kendini Golian’a teslim ediyordu. Bu nedenle gardını indiriyordu. İşte kötü niyetli bu grup için bundan daha iyi bir zaman olamazdı.

Alora’nın alnındaki denizyıldızını ele geçirmek için onun üzerine genişçe bir ağ attılar. Golian aşkını ağdan kurtarmak için ne kadar çabaladıysa da başarılı olamadı. Alora ağın içinde hapsolmuştu. Bu sırada kötü niyetli grup Golian’ı hedef almış, onu ağır bir şekilde yaralayarak kıyıya sürüklemişti. Alora’yı da ağla birlikte kıyıya sürüklediler. Golian baygın bir şekilde Ereğli kıyılarında yatıyordu. Alora Golian’ı hareketsiz bir şekilde yatar vaziyette görünce derin bir mutsuzluğa kapıldı. Bu, onun da yavaş yavaş ölmesi anlamına geliyordu.

İyice gardı düşen Alora’nın alnından denizyıldızını söküp almak, kötü niyetli grup için hiç de zor olmadı. Kötü niyetli grup, denizyıldızının tam ortasındaki elmas karşısında büyülenmişti. Her biri, denizyıldızının ortasından elması çekip çıkarmak için büyük bir iştahla elmasa dokundu. Elmasa dokunmalarıyla her biri kocaman yusyuvarlak dev bir yumurtaya benzer birer taşa dönüştü.

Bu sırada Golian zor da olsa gözünü aralayabilmişti. Biraz daha zorlayarak kalkabilmeyi başardı. Etrafındaki devasa yumurta şekilli kayaları görünce bir anda büyük bir şaşkınlığa uğradı. Bu şaşkınlığı kısa bir süre sonra yerini derin bir endişe ve üzüntüye bıraktı. Çünkü Alora, hemen yanında hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Alora’nın teninin ışıltısı kaybolmuş, alnının ortasındaki denizyıldızının olduğu yerde ise derin bir çukur oluşmuştu. Golian ne yapacağını bilemez bir hâlde aşkının ışıltısı kaybolmuş solgun yüzünü ellerinin arasına aldı. Derin bir umutsuzluk içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Alora’ya duyduğu saf ve temiz duygularından damlayarak akan gözyaşları önce Ereğli kıyısının kumlarına oradan da Karadeniz’in suyuna karıştı. Biraz sonra Karadeniz’den yükselen başka bir ninni duydu. Bu ninni Alora’nın ona söylediği ninniler gibi melodikti. Bu ninni, Golian’a sesleniyordu.

“Aşkın için fedakârlık yapmaya hazır mısın?”

Golian şaşırmış ama büyülenmiş bir şekilde karşılık verdi:

“Ee evet. Ne yapmam gerekiyorsa hazırım.”

Ninni devam etti:

“O hâlde onu Karadeniz’e getir ve onunla birlikte bir daha karaya çıkmamacasına Karadeniz’in derinliklerine karışın.”

Golian ninninin söylediğini yaptı. Alora’yı kucağına aldı ve onunla birlikte Karadeniz’in derinliklerine karıştı.

Golian’ın Alora’yla birlikte Ereğli kıyılarından Karadeniz’in derinliklerine karışmasından bu yana Ereğli kıyılarına giden kalbi temiz insanların melodik sesli bir kadın ile ona eşlik eden bir erkek sesi tarafından söylenen bir ninniyi işittikleri rivayet edilir. Bu ninninin yuvarlak dev taşlara yani yumurta kayalara yakınlaştıkça daha da yükseldiği söylenir.

.........................

Yukarıdaki hikâye Zonguldak’ın önemli bir jeomirası olan yumurta kayalarla ilgili yazmış olduğum mitolojik bir hikâyedir. Yani bir mitopyadır. Neden yumurta kayalarla ilgili bir mitopya yazmak istedim? Çünkü bu aralar jeomitolojiye ilgiliyim ve fosillerin bilimsel olarak henüz açıklanmadığı zamanlarda insanların bu jeolojik buluntuları anlamlandırmak için ürettikleri yaratıcı hikâyeleri yani mitopyaları okudukça hayran kalmamak elde değil. Ayrıca yumurta kayalarımızla ilgili bir mitopya binlerce yıldır henüz üretilmemiş. Bu yüzden bu hikâyeyi yazmak 2025 yılında bana kaldı=)

Jeolojik buluntular yani fosillerle ilgili üretilmiş tüm mitolojik hikâyeler ve mitolojik hikâye üretme işi (mitopya), jeomitolojinin ilgi alanı olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin Jura Devri (Mesozoyik dönem yani günümüzde 213 milyon yıl öncesi) midyesi olan Gryphaea’nın bilimsel olarak henüz açığa çıkarılmadığı dönemlerde halk tarafından “Şeytan toynağı” olarak isimlendirilmesi, denizanası fosillerinin fırtına sırasında gökten şimşekle düşmüş taşlar olduğuna inanılması hatta yılanlar bu topa benzer fosilleri havada hoplatırken mendille bu topları yakalayabilenlerin büyük bir büyü gücü elde edebileceğine inanılması, jeomitolojinin ilgilendiği mitopyalardır.

Gryphaea fosili, namıdiğer Şeytan toynağı

 
Denizanası fosili, namıdiğer büyülü taşlar

Denizanası fosilini yani büyülü taşı mendille yakalamaya çalışan adamı resmeden 1491 tarihli ağaç baskı

Soyu tükenmiş mürekkepbalığı benzeri hayvanların iç kabukları olan belemnit fosillerinin de şiddetli fırtınalarda öfkeli tanrılar tarafından gökten yeryüzüne fırlatılmış oklar olduğuna inanılması, bir diğer mitopya örneğidir.

Belemnit fosili, yani öfkeli tanrıların okları

Yumurta kayalarla ilgili yazdığım mitopyama dönecek olursak, Zonguldak-Ereğli yolundaki yumurta kayalara bir gün yolunuz düşerse bu kayalara yaklaşın. Belki kalbiniz yeterince temizse Alora ve Golian’ın ninnisini siz de işitebilirsiniz. Kim bilir…=)