6 Mart 2014 Perşembe

Osmanlı'da Cadılar, Büyücüler ve Vampirler

Ünlü gezgin Evliya Çelebi'nin, seyahati boyunca karşılaştığı pek çok tılsım, cadıcılık ve büyücülük gibi anormal olayları kaydedip Seyahatname'sinde anlattığı bilinmektedir. Hatta ve hatta, en eski vampir hikayelerinden birini onun naklettiği ve bu sebeple Drakula öykülerine Evliya Çelebi'nin temel teşkil ettiği konusunda bu alandaki tüm tarihçiler fikir birliğindedir.

Evliya Çelebi, misafir olduğu ziyafet ve şenliklerde şahit olduğu birtakım sihirbazlık ve cambazlıkların gösteri-temaşa yönünü vurgulamaktadır; fakat Evliya Çelebi'nin  şahitler huzurunda yaşadığı 2  farklı cadı, büyü, büyücülük olayını  eserinde anlatması, Osmanlı döneminde bu gibi olayların yaşandığı yönünde beni düşünmeye sevkediyor.
Evliya Çelebi'nin seyahatleri, görmüş olduğu bir rüya sonucunda başlar. Evliya Çelebi rüyasında Ahi Çelebi Camii'nde cemaatle birlikle Hz. Muhammed'i görür.
Tam bu sırada "Şefaat ya Resulullah" diyeceği yerde "Seyahat ya Resulullah" der. Bunun üzerine Hz. Muhammed, tebessüm ederek Evliya Çelebi'ye seyahati de şefaati de müjdeler. Böylece Evliya Çelebi'nin seyahat serüveni başlar.


Evliya Çelebi'nin şahit olduğu ve Seyahatname'sinde bahsettiği cadıcılık olayından biri şöyledir:

Evliya Çelebi, hicri 1076 şevvalinin 20. gecesi Hatukay Çerkez diyarının 300 küsur haneli Pedsi köyünde cadıların gökyüzündeki savaşına şahit olur. Zifiri karanlık  bir gecede yıldırımlar aniden kıyametler gibi kopmaya başlar. Ortalık Çerkez kadınların nakış işleyebilecekleri kadar aydınlanır. Durumdaki anormalliği sezen Evliya civardaki Çerkezlere sorup, “vallahi yılda bir defa böyle karakoncolos gecesi olur,  Çerkez oburları (cadıları) ile Abaza oburları göklere uçup ceng-i azim eder, vuruşurlar” cevabını alır. Sonra da dışarı çıkıp korkmadan seyr-i temaşa etmesi tavsiye edilir. Yetmiş, Seksen kişiyle birlikte dışarı çıkan Evliya,  büyük ağaçlar, küpler, tekneler, hasırlar araba tekerleri, fırın söykeleri ve daha nice benzer eşyalara binmiş Abaza cadılarıyla, at ve sığır leşlerine, deve ölülerine binmiş, ellerinde yılanlar, at deve kelleleri olan Çerkez cadılarının savaşa tutuştuğunu hayretler içerisinde  görür. Tam 6 saat süren bu vuruşmada kulakları sağır eden bir gürültü ortalığı kaplar. Havadan yere keçe, sırık, küp, tekne, kapı gibi eşya parçalarıyla, araba tekerleri, en nihayet at, insan ve sair hayvan uzuvları yağmaktadır.  7 Abaza oburu ve 7 Çerkez oburuyla sarmaşıp yere düşerce, Çerkez cadıları hemen 2 Abaza cadıyı kanlarını emerek öldürür ve ölülerini ateşe atarlar.  Horozların ötmesiyle biten savaşın ardından oburlar (Cadılar)da  giderler. Evliya, bu olayı görüp hayretler içinde kaldıklarını belirterek, ahali de 40 – 50 yıldan beridir bu denli şedid bir “karakoncolos gecesi” görmediklerini  söyler.


 Evliya Çelebi anlatılanlara göre bu diyarda karakancolos gecelerinde ortaya çıkan ve insan kanı içen cadılar olduğunu da yazar. Halkın Evliya’ya anlattığına göre, bazı gecelerde cadılar musallat oldukları kişinin kanını içip hasta etmektedirler (vampirizm?!)
Eğer kanı içilenin kimsesi yoksa yatağa düşer ve ölür. Varsa, hasta yakınları bir “cadıcı” ile mezarlıkları dolanıp cadının çıktığı, toprağı eşilmiş mezarı ararlar. Bulup, mezarı kazıdıklarında adamın kanını içtiğinden gözleri kan çanağı misali “pörtlemiş” cadı leşi teşhis edilir.
Bu halde, cadı hemen mezardan çıkarılarak “göbeğine” uzunca böğürtlen kazığı çakılır. Hayattaki başka bir cadının ruhu bu bedene de hulul etmesin (geçmesin) diye de ateşte yakılır. Allah’ın emriyle cadının sihri batıl olup, kanı emilen adam tez vakitte şifa bulur.

 Yine Evliya Çelebi’nin anlatılanlardan naklettiğine bu diyarlarda yaşayan cadılarda vardır ki halkın arasında gezer de bilinmez. Fakat vakti zamanı gelip kudurunca, tuttuğu birinin kulağı arkasından kadını emer. Adam gün be gün hasta olur. Derhal akrabaları bir “cadı üstadı” bulup köy, kasaba, şehir şehir dolanıp gözleri kan içmekten kan çanağına dönmüş cadıyı ararlar ki yakalayıp zincire vursunlar.

 3 gün 3 gece zincire vurulan cadı, yaptığını ve cadılığını itiraf ettiğinde hemen yatırılıp göbeğine böğürtlen kazığı çakılır. Çıkan kan, kanı emilmiş adamın yüzüne gözüne sürülünce hasta derhal şifa bulur. Cadının leşi de ateşe atılıp yakılır.  "Bu cadılık derdi taundan (vebadan) fenadır, Moskof, Leh, Çek taraflarında hayli yaygındır vesselam", der Evliya Çelebi.

Evliya Çelebi'nin bu anlatılarını duyunca Vampir Günlükleri (The Vampire Diaries) dizisinde yaşanan her türlü olayın, Seyahatname'de bahsi geçen bu olaylarla birebir aynı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Eee ne de olsa yazının başında, her türlü Drakula hiyayelerinin fikir babasının Evliya Çelebi olduğunu belirtmiştim.

Seyahatname'de bahsi geçen büyücü kadın olayı:

Evliya Çelebi, Rumeli’de (Bulgaristan’da) Çalıkkavak köyünde, bir “kefere” hanesinde konaklamakta ve ateş karşısında istirahat etmektedir. Kapıdan içeri saçı başı dağınık, çirkin yüzlü, yaşlı bir acuze kadın girer. Çekinmeden gelip ateşin başına oturur ve  kendi lisanında küfürler savurmaya başlar.

 Evliya, önce dışarıdaki adamlarının kadını kızdırmış olabileceğini düşünür ve çağırtıp sual ettiğinde, “haşa bir şeyden haberimiz yoktur” cevabını alır. Sonra bu acuzenin etrafına kızlı erkekli 7 çocuk gelip onlar dahi ateşin etrafını sararlar ve hep birlikte “çağıl çağıl” Bulgarca konuşmaya başlarlar. Evliya ise “ne garip temaşadır” diyerek bunları seyre koyulur.

Gece yarısı olunca çıkan gürültü ve patırtılar Evliya’yı uykusundan hoplatır. Evliya, acuze kadının kapıyı açıp içeri girdiğini ve ocaktan aldığı bir avuç külü fercine sürdüğünü görür. Sonra küle bir efsun okuyarak ocak başında yatan bu 7 çocuğun üzerine saçar.  Yedisi birden iri piliçlere dönüşerek “civ civ” demeye başlarlar. Hemen elinde kalan külleri kendi başına serpince o an büyük bir tavuğa olup “guruk  guruk” diyerek kapıdan çıkarı çıkar. Piliçler dahi ardı sıra çıkarlar.
O an evliya, “Bre oğlan” diye feryat ettiğinde, adamları hemen koşup gelirler ve burnundan kan boşaldığını görürler.  Evliya ise onlara, “bu ne haldir bre, dışarı çıkın bakın hele bir kütürtüdür kopuyor” der.
Dışarı çıkan adamlar görürler ki, tavuk ve piliçler atlar arasında gezinmekte, atlar ise birbirleri üzerine yarışıp kendilerini helak etmektedirler. Köydeki “kefereler” ise durumdan haberdar olup, gelip hemen atları bağlarlar. Cadı ve tavuklar ise bir tarafa gider.
Bundan sonrasını Evliya’nın adamı şöyle anlattır;  “Bir baktık ki bir kefere, zekerini çıkarmış tavukların üzerine sepe sepe işemektedir. O an sekiz tavuk benî âdem (insan) olup biri yine o ihtiyar acuze oldu ve o işeyen kefere ve sair kefereler acuze kadını, çocukları kollarından tutup döve döve ve bir tarafa götürdüler. Ardı sıra gidip baktık ki meğer vardıkları yer kilise imiş. Hatunu papaza teslim edip papaz okuyup üfleyerek ‘afaroz-u mandolos’ eyledi.
Evliya anlatısına şöyle devam eder;  - Bu olay üzerine adamlarım yemin verdiler.  Antepli Müezzin Mehmet Efendi ve adamları, Mataracıbaşı ve adamları hepsi bu olayı görüp tavuğun insan olduğuna şahit oldular dediler.
O gece sabaha kadar korkumdan veya kanımın hareketinden burnumun kanı dinmedi. Ta vakit sabah olduğunda kandan kurtuldum. Sonra müezzin ve mataracının adamlarını çağırıp sordum  -Vallahi akşam tavukların üzerine o Bulgar kefere işeyince tavuklar adam oldu. İsterseniz işeyen herifi getirelim.- dediler. Ben de ‘Canım, haydi getirin.’ dedim.
Gelen Bulgar gülerek; ‘Sultanım, o karı başka soydur, yılda bir kere kış geceleri öyle karakoncolos olurdu ama bu yıl tavuk oldu, kimseye zararı yoktur.’  deyip gitti.
İşte bu hakir mezkûr Çalıkkavak’ta böyle bir temaşaya şahadet edip aklım başımdan gide yazdı ve Çalıkkavak balkanı’nın hâli ahvâli pûr-melâli böyledir,  Hudâ hıfz ide” diyerek anlatıyı noktalar (Bu konuya ilgi duyanlara Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sini okumalarını şiddetle tavsiye derim, yok "ben 10 ciltlik eseri nasıl okuyacam yaa " diyenler için ise Evren ve İnsan blogunda bu konu özet bir şekilde güzelce anlatılmış, girin orda okuyun).

Burada şunu belirtmekte fayda görüyorum, Evliya Çelebi'nin yukarıdaki hiyayelerinde bahsi geçen "karaconcolos", Bulgar, Türk ve Anadolu halk kültürlerinde, kara renkte ve çok çirkin olan, maymun, kedi veya çocuk büyüklüğünde olan, aslında pek bi zararı olmadığı halde görüntüsünden dolayı insanlarda panik oluşturan, geceleri gezen "Kış Cini" anlamına gelmektedir.

Tıpkı Evliya Çelebi'nin hikayelerinde olduğu gibi, Tırnova Kadısı Ahmet Şükrü Efendi tarafından nakledilen ve Takvim-i Vekayi gazetesinin 68. sayısında yayınlanan vampir olayı şöyledir:


“Tırnovada cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanmaya başladı. Zahir'e dair un, yağ, bal gibi şeyleri birbirine katar ve bazen içlerine toprak karıştırır. Yüklüklerde bulduğu yastık, yorgan, şilte ve bohçaları didikler, açar, dağıtır insanların üzerine taş, toprak, çanak ve çömlek atar, hiç kimse bir şey göremez. Birkaç kadın ve erkeğin üzerine saldırmış. Bunlar çağırıldı, soruldu: “Üzerimize sanki manda çökmüş sandık“ dediler. Bu yüzden mahalle halkı evlerini başka yana taşımışlardır. Kasaba halkı bunların cadı denilen habis ruhların eseri olduğunda ittifak etti. İslimye kasabasında cadıcılık ile tanınmış Nikola adındaki adam getirildi ve kendisiyle 800 kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı. Mezarlığa gider, tahtayı parmağının üzerinde çevirir resim hangi mezara bakarsa cadı o mezardaki habis ruh imiş. Büyük bir kalabalıkla mezarlığa gidildi. Resimli tahtayı parmağında çevirmeye başlayınca resim sağlıklarında yeniçeri ocağının kanlı zorbalarından Tekinoğlu Ali Alemdar ile Apti Alemdar denilen iki şakinin mezarına karşı durdu. Mezarlar açıldı. Cesetler yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları da üçer dörder uzamış bulundu. Gözlerini kan bürümüş, gayet korkunç idi. Mezarlıktaki bütün kalabalık bunu gördü. Bu adamlar sağlıklarında her türlü pis çirkin işi yapmış, ırza, namusa, mala saldırmış, adam öldürmüş Yeniçeri ocakları kaldırıldığı zaman her nasılsa yaşlarına bakılarak cellada verilmemiş ecelleri ile ölmüş kişilerdi. Sağlıklarında yaptıkları yetmezmiş gibi şimdi de halka habis ruh olarak tebelleş olmuşlardı. Cadıcı Nikola’nın tanımına göre , bu gibi habis ruhları defetmek için cesetlerin göbeğine birer ağaç kazık çakılır ve yürekleri kaynar su ile haşlanırmış. Ali Alemdar ile Apti Alemdar’ın cesetleri mezardan çıkarıldı. Göbeklerine birer ağaç kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı. Fakat hiç tesir etmedi. Cadıcı “bu cesetleri yakmak gerek” dedi. Bu hususda şer’an da izin verildi ve iki yeniçerinin mezardan çıkarılan cesetleri mezarlıkta yakıldı. Çok şükür kasabamız da cadı şerrinden kurtuldu.”

Osmanlı'da geçen vampir hikayelerinin,  halkı Yeniçeri'lere karşı galeyana getirmek için uydurulmuş safsatalardan ibaret olduğu düşünülse de, bu hikayelerdeki "Supernatural" vari uygulamalar, beni bi hayli cezbediyor=). Bence, "böyle olaylar çok saçma, kesinlikle olmaz, olamaz" diyenlere sesleniyorum;  Protagoras şüphesi sizinle olsun=). En azından agnostik olun da mantığınıza uymayan her şeyi yok saymayın, unutmayın ki insan hafsalasının alamayacağı büyüklükte bilinmeyen bir evren var, önemli olan o hafsalayı genişletmek, her şeyin üstünü çizip çökertmek değil!

Yaşasın Septisizmmm!=)

30 Ocak 2014 Perşembe

Reenkarnasyon Çıkmazı

Reenkarnasyon kavramı, insanları en çok düşündüren ve de en çok kutuplaştıran kavramlardan biridir. Kutuplaştıran diyorum; çünkü reenkarnasyonun varlığına inanmanın, Kuran'daki ahiret inancıyla çelişmek olduğunu söyleyen bir kesim ve reenkarnasyonun, ahiret inancının en büyük takviye edicisi olduğunu söyleyen bir kesim mevcuttur. Reenkarnasyonu kabul edenlerin, Kuran ile çeliştiğini ve bu durumu daha da ileri götürerek dinden çıktığını söyleyen kesim, reenkarnasyonu bir "cin vakası" olarak görmekte ve "reenkanasyon, bir cin çarpmasıdır" veya "bir cinin musallat olmasıdır" şeklinde ifade etmektedirler. Bu görüşün savunucularına göre insanlara doğduğu andan itibaren hayatı boyunca o insanın yanında olacak bir melek ile bir karin verilmektedir. Karin, sizin de tahmin edebileceğiniz üzere şeytandır. Bu şeytan, o insan ömrünü tamamlayana kadar o insan ile kalmak mecburiyetindedir. Karin şeytan olduğu için, insanı saptırmaya çalışan bir varlıktır. İnsan ancak ibadete yöneldiği , yani meleğinin yolundan gittiği takdirde şeytanının vesvelelerini duymaz, yani karininin vesvelelerine kulağı kapalı olur. Eğer o insan kötü bir insansa cehennemde kariniyle birlikte zincirlenip yanar. Karin, o insanın ölmesiyle birlikte ölmez. Karinin ömrü insan ömründen daha uzundur. İşte bu noktada bu görüşün savunucuları reenkarnasyonu "karin" ile açıklama yoluna giderler. Ölen insanın karini, dünyada yaşayan veya yeni doğmuş olan bir insanın içine girer. Karin, ölmüş insanın her anına tanık olduğu için, diğer insanın ölmüş insan hakkındaki her şeyi bilmesini buna bağlarlar. Karini bu görüşten farklı bir biçimde açıklayan diğer bir görüş, her insanın bir karini olduğunu belirtmesi bakımından yukarıda bahsettiğim görüşle ortak olmasına rağmen karini, eğer müslümansa insanı iyiye yönelten, ateistse insanı saptıran bir varlık olarak değerlendirir ve insan ölünce karini o insandan ayrılır, Allah tarafından şekillenme gücü kazanarak hayatına devam eder. Bahsettiğim bu görüş tamamen hadis-i kaynaklara dayanılarak savunulan bir görüştür. Bu görüş özet itibariyle reenkarnasyonu "bir cin vakası"na bağlamaktadır ve reenkarnasyonu reddetmektedir.

2. görüş de reenkarnasyonu reddeden bir görüştür; fakat islam profesörleri tarafından Kuran-ı Kerim'e dayandırılarak savunulan bir görüştür. İslam profesörleri Kuran'da reenkarnasyonun varlığına ilişkin örnek olarak gösterilen Bakara suresi 28. ayeti ve Mumin suresi 11. ayeti öncelikle açıklama yoluna giderler. Mumin suresi 11. ayette: "Bizi 2 kere öldürdün, bizi 2 kere dirilttin. Şimdi günahlarımızı itiraf ettik. Buradan çıkış yolu yok mu?" şeklinde bir ifade yer almaktadır. Bakara suresi 28. ayette ise: "Siz ölülerdiniz, O sizi diriltti. Sonra öldürüleceksiniz. Sonra O sizi tekrar diriltecek". şeklinde bir ifade yer almaktadır. Reenkarnasyon savunucuları bu ayetlerde yer alan tekrar öldürme ve tekrar diriltilme olaylarını ruhun farklı bedenlerde tekrar hayat bulabileceği yönünde açıklamalara yormaktadırlar. İslam profesörlerinden bazıları Mumin suresinde geçen 2 kere öldürme ve 2 kere diriltme olayını, insanların dünyada ölmesi (1. ölüm), sonra kabirde kabir azabı için dirilmesi (1. dirilme), sonra mahşer öncesi ölmesi (2. ölüm) ve mahşerde tekrar dirilmesi (2. dirilme) şeklinde açıklamaktadırlar. İslam profesörlerinden bazıları da Duhan suresi 56. ayete vurgu yaparak ölüm olayının sadece bir kere olacağını ifade etmektedir. Duhan suresi 56. ayet: "Ölüm hali bir defa olacaktır, o da dünyadaki ömrün son bulması anlamına gelen ölümdür" şeklindedir. Bu profesörler, bedenin ruhla buluşmamış halinin Kuran'da ölüm olarak nitelendiğini, bu nedenle Bakara ve Mumin surelerinde geçen 2 kere ölme olayını, insanın cenin durumundayken yani ruh üfürülmeden önceki halleriyle ölü olduklarını söyleyerek bu ifadeleri bu şekilde açıklamaktadırlar.

Yukarıdaki 2 görüş de reenkarnasyonun kesinlikle olamayacağı yönündeki açıklamalardır. 
Gelelim reenkarnasyon savunucularına. Geleneksel islam felsefesinde, reenkarnasyon açık ve net bir şekilde reddedildiği için, reenkarnasyon savunucuları daha çok şamanizm, taoizm, "popüler" musevizm, hıristiyanlığın bazı mezhepleri, gnostisizm ve hinduizm gibi akımlarda görülmektedir. Şamanizme göre bir insan öldükten sonra o insanın "ruh" ve "gölge"si bedeninden ayrılır, ruh kurtun hükmettiği aleme giderken yeryüzündekilerin ilişki kurabilecekleri onun gölgesi olmaktadır. Yani şamanizme göre, ölen kişinin yeryüzündeki yansımaları onun ruhu değil gölgesidir (ruh çağırma seanslarında gölgelerle muhatap oluyoruz yani=)).

 
 "Gölgeler diyarın"nda yeniden doğmayı bekleyen ruh gölge ile birleşerek yeryüzünde tekrar doğmaktadır. Taoist görüşün reenkarnasyon inancı ise Taoizmin kutsal kitaplarından Chuang Tzu'da (M.Ö. 4 yy) şöyle belirtilmektedir:"Doğum başlangıç değildir, ölüm de son değildir. Varoluş sınırsız, sonsuzdur. Bir başlangıç noktası olmayan süreklilik söz konusudur. Sınırı olmayan varoluş (varlık) uzaydır. Başlangıç noktası olmayan süreklilik zamandır. Doğum da vardır, ölüm de, biri dışarı doğru olan sonuçtur, diğeri içeriye doğru olan sonuçtur. Böylece biçimi görmeksizin, İlahi olanın kapısından bir içeri, bir dışarı geçilir". İlahi olanın kapısından bir içeri, bir dışarı geçmek, yeniden doğuş kavramının bir ifadesi olabilir. Bu cümlede önemli olan bir diğer ifade de "biçimi görmeksizin" ifadesidir. Biçim burada "beden" anlamında kullanılmış olabilir. Ruh da bedenden önce varolduğundan, ruhun bedeni görmesi mümkün değildir. Modern musevizmde, kıyamet inanışına sahip geleneksel musevizmin aksine, ruh göçü-reenkarnasyon- anlayışı hakimdir. Örneğin, birçok Yahudi, Adem'in önce Nuh, sonra İbrahim, sonra da Musa olarak dünyaya geldiğine inanmaktadır. Modern musevilik anlayışının bir varyasyonu olan Kabala'da da ruhların tekamül için çeşitli enkarnasyonlardan (doğumdan) geçmesi gerektiği inanışı vardır. Hırıstiyanlıkta ise katolik teologlar tarafından reenkarnasyonun şiddetle reddedilmesine rağmen, "Christian Community, Liberal Catholic Church, Unity Church" vb. gibi birçok post-modern hıristiyan kurum ve mezhepleri reenkarnasyonun varolduğunu öne sürmektedir. Ruh göçünü kabul eden akımlardan biri olan Gnostisizm'de hakikatlere ulaşmak için dinlerin yetersiz olduğu, hakiki bilgilerin ancak ruhsal ve psişik gelişim yoluyla elde edilebileceği inancı vardır. Ruhsal ve psişik gelişim ise ruh göçüyle, yani reenkarnasyon ile sağlanmaktadır. Ruh göçü, Hinduizm'in de temel inanışıdır; fakat Hinduizm'deki ruh göçü, "tenasüh" kavramıyla açıklanmaktadır. Tenasüh kavramının reenkarnasyondan belirgin bir farkı vardır, reenkarnasyon inanışında ruhun tekrar dünyaya gelmesinin nedeni, tekamül edebilmesi, yani gelişme göstermesi içindir. Tenasühte ise ruh, bir önceki hayatını ne şekilde yaşadıysa, sonraki hayatında o yaşamının ceremesini çeker, yani bir önceki hayatına göre ya ödüllendirilir ya da cezalandırılır. Örneğin tenasühe göre bir ruh cezasını sonraki hayatında hayvan bedeninde can bularak çekebilmektedir. Reenkarnasyonda ise ruh için herhangi bir gerileme söz konusu değildir, sürekli bir gelişme çizgisi izlenir.

Şimdi biraz din felsefesinden sıyrılıp günlük hayatımıza dönüş yapalım ve son zamanlardaki reenkarnasyon araştırmalarına odaklanalım. Medyada son zamanlarda "reenkarnasyon vakası" adı altında sunulan pek çok haber dikkatinizi çekmiştir. Bu haberlerin ortak noktası, kişinin belli bir yaştan sonra (genellikle kendini bildiği yaş) yakın çevresine, "benim ailem siz değilsiniz, benim adım bu değil, gerçek adım bu, annem başka, babam başka, kardeşlerim başka..." şeklinde başlayan cümlelerle, başka birinin hayatını tüm detaylarıyla ve en önemlisi eksiksiz ve doğru bir biçimde anlatması ve kendisinin bu kişi olduğunu iddia etmesidir. Aslında olduğunu iddia ettiği kişi ise sizin de tahmin edebileceğiniz üzere "ölü"dür. Bu vakaların çoğunda ilginç olan nokta, ölen kişi ne şekilde öldüyse (trafik kazasında göğüs kafesine alınan bir darbe vb.), ölen kişi olduğunu iddia eden kişinin vücudunda o kazaya dair bir işaret olmasıdır (göğüsteki bir doğum izi gibi). Yapılan araştırmalar, geçmiş yaşamlarını hatırladıklarını söyleyen kişilerin iddialarını doğrulamıştır ve bu kişilerin ölen kişinin kendisiyle ve ailesiyle hiçöbir bağının olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Bu araştırmalarla ilgili detaylı bilgiler için Thomas Huxley'in "Evrim ve Etik" ve "Denemeler" kitapları incelenebilir. Ian Stevenson'un "Doğum İşaretleri" kitabı da bu araştırmalarla ilgili güncel bilgiler sunmaktadır. Bu gibi araştırmalar da reenkarnasyon savunucularının, reenkarnasyonun varlığına dair olan iddialarını kanıtlamak için kullandıkları temel dayanak noktasıdır.

Sonuç itibariyle, reenkarnasyon konusu oldukça derin bir konu olmakla birlikte, varlığı ya da yokluğu hala tam olarak açıklanamamış bir konudur. Bu durumda reenkarnasyonun varlığına inanıp inanmamak size kalıyor.  Ya  "Nihayet, onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, Rabbim beni geri gönder! Ta ki boşa geçirdiğim dünya hayatında artık iyi ameller işleyeyim.Hayır! O, söylediği boş bir laftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır (Mü'minün-23/99-100) " ayetinin ışığında reenkarnasyon yoluyla geri gelmenin asla mümkün olamayacağını savunursunuz, ya da "Ben de cansız varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum; öyleyse ölmekten korkmak niye? Hiç daha kötüye dönüştüğüm, alçaldığım görüldü mü? (Mevlana Celaleddin Rumi)" sözü ışığında yeniden doğmanın ve her yeni doğuşta ruhun tekamül etmesinin mümkün olabileceğine inanabilirsiniz.
Ben yine konuyu Antik Mısır'ıma bağlayıp bitiricem=). Ne demiş İmhotep (The Mummy Returns): "Ölüm sadece bir başlangıçtır." Bu cümlede hem reenkarnasyonistler hem de anti-reenkarnasyonistler hemfikirdir umarım, dmi?! 











 Bi de üstüne ince bir Antik Mısır deyişi ekliyim tam olsun=)
Karin'den girdik, Amon-Ra'dan çıktık walla, eee kavram karmaşık olunca, anlat anlat bitmiyo ve düşündükçe de işin içinden çıkılamıyo, benden şimdilik bu kadar
Düşüncesiz Kalmayın, Esen Kalın...