24 Eylül 2021 Cuma

Antik Mısır'ın ''Bağdaşık'' Tanrıları

 

Antik Mısır’da tanrı ve tanrıçaların zaten bir hayli fazla sayıda olduğu yetmezmiş gibi farklı tanrı ve/veya tanrıçalar tek bir ilah bedeninde birleştirilerek yeni tanrı ve tanrıçalar oluşturulabilirdi. Bu uygulama ejiptoloji literatüründe “bağdaştırmacılık” (İng: Syncretism) olarak ifade edilir. Bağdaştırmacılık uygulamasında tek bedende bir araya getirilen tanrı ve/veya tanrıçaların isimleri birleştirilirdi. Örneğin Atum-Khepri (Güneş tanrısı Atum ile yaratılış ve yeniden doğum tanrısı Khepri), Ra-Horakthy (Güneş tanrısı Ra ve ışığın tanrısı Horakthy), Amun-Ra (tanrılar tanrısı Amun ve güneş tanrısı Ra), Amun-Min (tanrılar tanrısı Amun ve bereket tanrısı Min) gibi.

Bağdaştırmacılığın amacı farklı ilahları birbiriyle ilişkilendirerek yeni bir ilah ortaya çıkarmaktı. Dolayısıyla Antik Mısırlıların bağdaştırmacılık uygulamasında ilahları bir araya toplayarak tek tanrıcılığa zemin hazırlanmaya çalışıldığının anlaşılmaması gerekir. Aksine, farklı ilahların tek bedende birleşmesiyle oluşan ilah, yeni bir tanrı olarak anılırdı. Dolayısıyla bağdaştırmacılık uygulaması çok tanrıcılığı destekleyen bir özellik göstermekteydi.

Peki Antik Mısırlıların bağdaştırmacı yaklaşımlarının arkasında yatan sebep neydi? Antik Mısırlılar, bir tanrı veya tanrıçanın başka bir tanrı veya tanrıçanın rolünü üstlenebileceğini düşünüyorlardı. Örneğin Antik Yunan dilindeki karşılıkları daha çok bilinen Mısır yerleşim yerleri Teb’in (Antik Mısır dilindeki karşılığı Waset) yerel tanrısı olan Amon ile Heliopolis’in (Antik Mısır dilindeki karşılığı Annu) yerel tanrısı Ra bağdaştırılarak Amon-Ra isminde bir tanrının ortaya çıkması gibi. Aslında bu örnekte benzer özellikler atfedilen iki tanrının bağdaştırılmış olduğunu söyleyebiliriz. Amon, Tebliler için tanrıların tanrısı idi. Ra ise Heliopolisliler için aynı özellikleri ifade ediyordu. Sonrasında bölgeler arası etkileşimler arttıkça Antik Mısırlılar benzer özellikler gördükleri iki tanrıyı tek bedende bağdaştırma çabası içine girmişlerdir. Böylece Amon-Ra figürü ortaya çıkmış ve Mısır’ın en güçlü tanrısı olmuştur.

Bağdaştırmacı yaklaşımla bir araya getirilen ilahların kendilerine has özelliklerini yitirerek yeni bir ilah oluşturdukları anlaşılmamalıdır. Örneğin Amon-Ra üzerinden açıklarsak Amon, Ra’nın, Ra da Amon’un bir parçası olmamıştır; fakat Amon Ra’nın içinde, Ra da Amon’un içinde yaşamaktadır. Benzer şekilde 2. Ramses’in eşi Nefertari’nin (19. Hanedanlık) mezarında bulunan Osiris-Ra tasviri de bağdaştırmacı yaklaşımla Osiris ve Ra’nın tek bedende bağdaştırılmasıyla oluşturulan yeni bir tanrıdır. Söz konusu örneklerde birbirleriyle bağdaştırılan ilahların her biri kendi kimliklerini muhafaza ederken itibarları güçlenmektedir.

Osiris-Ra (ortada), Nefthis (solda) ve İsis (sağda) tarafından desteklenirken gösterilmektedir. Söz konusu tasvir, ''Ra'da dinlenen Osiris'' ve ''Osiris'te dinlenen Ra'' şeklinde okunmaktadır.


Bağdaştırmacılık uygulamaları sadece yerel düzeydeki toplulukların değil (Teb ve Heliopolis örneği gibi) farklı uygarlıkların etkileşime girmeleriyle de kendini göstermiştir. Bu konuyla ilgili olarak melez ilah Serapis örneğini verebiliriz. Serapis; Antik Mısır tanrıları Apis ve Osiris ile Antik Yunan tanrıları Zeus ve Helios’un bağdaştırılmasıyla oluşan melez bir ilahtır. Serapis inancı, Antik Yunan’ın da etkisiyle Mısır dışına çıkarak Roma imparatorluğuna kadar ulaşmıştır. Serapis tapınakları ise “serapeum” adını alır. Mısır’da İskenderiye, İtalya’da Roma, Türkiye’de ise Efes, Bergama ve Sinop, Serapis inanç merkezlerine örnek olarak verilebilir.


Efes'teki Serapis Tapınağı (serapeum)

Bağdaştırmacılık uygulamalarının Greko-Roman döneminde zirve yaptığını söyleyebiliriz. Örneğin bu dönemde Yunan tanrısı Hermes ile Mısır tanrısı Anubis bağdaştırılarak Hermanubis isminde yeni bir tanrı ortaya çıkmıştır.


Hermanubis heykeli. Size de biraz ''tuhaf''' gelmedi mi?!

Bağdaştırılma yoluyla ortaya çıkmış bir tanrı olan Hermanubis bana fonetik olarak Hermafroditus’u çağrıştırdı. Fonetik benzerliğin yanında tek bedende birleşme açısından da her iki figürün birbirine benzediğini söyleyebilsek de Hermafroditus’un hikâyesinden bahsettikten sonra söz konusu iki figürün semantik açıdan (mana açısından) birbirlerinden çok farklı olduğunu anlayabilirsiniz.

Hermafroditus, Yunan tanrıçası Afrodit ile Yunan tanrısı Hermes’in oğludur. Burada da isimlerin birleşmesiyle Hermafroditus isminin ortaya çıktığını görebiliyoruz (bağdaştırmacılık yaklaşımına benzer yönü. Hatta günümüzde bile benzer şekilde bazı ebeveynler isimlerinin ilk hecelerini birleştirerek yeni bir isim türetip çocuklarına verebiliyor. Manayı düşünen pek yok anlaşılan). Hermafroditus o kadar güzeldir ki su perisi Salmakis’in kalbini çalar. Salmakis ne kadar istese de Hermafroditus’un dikkatini çekemez. Hermafroditus Salmakis’le hiç ilgilenmez. Bir gün gölde yüzen Hermafroditus’u gören Salmakis, ona sıkıca sarılır ve tanrılara onları hiçbir zaman ayırmamamaları için yakarır. Tanrılar Salmakis’in bu dileğini yerine getirip ikisini bir vücutta birleştirirler (tanrıların mecaz anlayışları pek yokmuş anlaşılan=)) Böylece dişi Salmakis ile erkek Hermafroditus, tek bedende birleşmiş olurlar. Hem erkek hem de dişi üreme organı bulunduran canlıların “hermafrodit” olarak isimlendirilmesinin sebebi de işte bu Antik Yunan hikâyesidir.


22 Eylül 2021 Çarşamba

Antik Mısır'ın Şekil Değiştiren Tanrı ve Tanrıçaları

Antik Mısır tanrı ve tanrıçaları, ya da ikisini kapsar şekilde ve kestirme ifadeyle “ilahları”, pek çok farklı formda betimlenmiştir. Bu noktada akıllara Antik Mısır ilahlarının neden “hayvan başlı” tasvir edildikleri sorusu gelebilir. Örneğin Thoth insan gövdeli, ibis başlı tasvir edilirken Anubis, insan gövdeli çakal başlı tasvir edilebilmiştir. Bu tür melez gösterimlerde dikkat edilmesi gereken baş kısmının, ilahların özsel öğesi olup gövde kısmının ise ikincil yanını temsil ettiğidir. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz. Örneğin aslan başlı insan gövdeli bir tasvir, insan biçiminde bir aslan ilahı temsil ederken insan başlı, aslan gövdeli bir tasvir ise aslan biçimini almış bir insanı temsil eder.

Aslan başlı, insan gövdeli tasviriyle tanrıça Sekhmet

2. Amenhetep'in sfenksi (baş kısmını Amenhetep'in yüzünden, gövde kısmını ise aslandan alır


Antik Mısır ilahlarının melez gösterimlerinde hayvan başı, ilahın kişiliğinin bir özelliğini yansıtır. Örneğin aslan başlı insan gövdeli tasvir edilen tanrıça Sekhmet’in öfkesi, bir aslan gibi şiddetli olabilirdi. Sekhmet’in kişiliğinin şiddetli yönü, aslan başlığıyla tasvir edilmiştir. İbis başlı insan gövdeli tasvir edilen Thoth’ın Ay tanrısı olma özelliği, ibis kuşunun gagasının hilali andıran kıvrımıyla özdeşleştirildiğinden Thoth çoğu zaman ibis başlı insan gövdeli tasvir edilmiştir.

İbis başlı, insan gövdeli Thoth tasviri. Burada Thoth'un hem baş yazman hem de ay tanrısı olma özelliklerini görmek mümkün

Eski hanedanlık döneminde Antik Mısır ilahları çoğunlukla hayvan biçiminde tasvir edilmiştir. Tanrılar genellikle koç, boğa, doğan ya da aslan biçiminde tasvir edilirken tanrıçalar inek, akbaba, kobra ya da dişi aslanla gösterilmiştir. Örneğin genel olarak ibis başlı insan gövdeli tasvir edilen Thoth, eski hanedanlık döneminde babunla tasvir edilmiştir. Babun olarak tasvir edildiği zaman Thoth, genellikle “büyük yazıcı”, “yazmanların ilahı” özelliğini ifade etmiştir.

Antik Mısır ilahlarının hem insan, hem hayvan hem de melez biçimlerde tasvirleri enderdir. Özellikle salt insan biçiminde tasvir edilen Antik Mısır ilahları oldukça nadirdir. Tanrıça Hathor, tam insan biçiminde, bir inek biçiminde, inek başlı bir kadın, yüzü insan ve sığır özellikleri taşıyan bir kadın olarak tasvir edilme özelliğiyle söz konusu nadir Antik Mısır ilahlarından biridir.

İnek başlı bir kadın görünümünde tasvir edilen tanrıça Hathor

Solda çakal başlı insan gövdeli Anubis, sağda inek başlı insan gövdeli Hathor 

Yüzü insan ve sığır özellikleri taşıyan bir kadın görünümündeki Hathor

İnek görünümünde Hathor

Antik Mısır ilahları hayvan biçimli, insan biçimli ve/veya melez tasvir edilmiş olmalarına rağmen bu tasvirlerin hiçbiri, söz konusu Antik Mısır ilahlarının gerçek formu değildi. Onlara verilmiş olan bu biçimler tanrı ve tanrıçalara tanınabilir, birbirlerinden farklılaştırabilir ve görünür özellikler kazandıran formaliteden ibaretti. Ne de olsa Antik Mısır’ın orta krallık döneminde ortaya çıkan ve ölen kişiye öte dünyada yardımcı olacak sözler içeren tabut metinlerinde de belirtilmiş olduğu üzere:

“Sadece ölen kişi, tanrı ve tanrıçaların gerçek formunu görebilir.”

Dolayısıyla Antik Mısır ilahlarının insan biçimli, hayvan biçimli, yarı insan yarı hayvan (melez) biçimli tasvirleri, Antik Mısırlıların havsalasının, yani sınırlı karama yetisinin ürünüdür. Tam da bu noktada Hermes Trismegistus’a (ki Hermes’in Antik Mısır’daki karşılığı Thoth’tur) ait olduğu düşünülen şu sözleri paylaşmak yerinde olmakla birlikte yazının sonu için uygun olacaktır:

“…nedenler nedeni daima gizlidir. Çünkü sonsuzluk, pek kısa bir son olan zaman ve gene pek kısa bir son olan mekân içinde anlaşılamaz ve anlatılamaz. Bizler ancak, öldükten sonra onu anlayabilir ve anlatabiliriz. Çünkü yaşarken, zaman ve mekânla sınırlıyız. Sınırsızlık, sınırlılık içinde kavranamaz.”


9 Haziran 2021 Çarşamba

Antik Mısır'da Ruhun Parçaları

Antik Mısırlılar her şeyde olduğu gibi ruh için de basit düşünmemişler ve ruh deyip geçmemişlerdir. Ruhun farklı parçalardan oluştuğunu düşünmüşlerdir. Bu yazıda ruhun parçalarından olan Ka, Ba, Akh ve Ren’den bahsedeceğim.

Ka, Ba ve Akh sembolleri. Dikkat edilirse Ba ve Akh kuş şeklinde tasvir edilmiştir. Zira Antik Mısırlılar kuşların, öte alemden haber getirdiğine, haberci olduklarına inanmışlardır. Ezoterizmde kuşların kutsal sayılması ve görünmeyen alemden haber getirdiği inanışının kökeninin de Antik Mısır olduğu düşünülebilir.

 

Ruhun bir parçası olan Ka, Antik Mısırlılara göre yaşam gücüydü. Kişinin yemesini, içmesini, koklamasını, nefes alabilmesini sağlayan, kısaca bedene hayat veren güçtü. Ka, kişinin doğmadan önce var olan parçasıydı. Tanrı Khnum, Ka’yı kişinin bedeninin suretinde yaratır, hem Ka’ya hem de bedene şekil verirdi. Zira Tanrı Khnum, “şekil verme” özelliği sebebiyle “Kutsal Çömlekçi” olarak da anılmıştır.


Tanrı Khnum, Ka ve bedene şekil verirken resmedilmiş. Ka, bedenin hemen arkasında, ondan önce yaratılmıştır. Bedenin suretinde olduğundan Ka, "bedenin ikizi" (duble/double) olarak da anılırdı. 

Antik Mısırlılar ölüm anında Ka’nın bedenden ayrıldığına; fakat mezarda kalmaya devam ettiğine inanırdı. Bu nedenle mezarlar “Ka’nın Evi” olarak da anılırdı. Ka, ölen kişinin mumyasında, heykelinde veya onu tasvir eden bir duvar resminde yaşayabilirdi. Antik Mısırlıların mumyalama konusunda uzmanlaşmalarının bir sebebi de Ka’nın güzel bir şekilde yaşamına devam edebilmesi için bedenin yaşayan görüntüsünde korunması gerektiğine olan inançlarıdır. Öte yandan Ka’nın, kişinin yaşarken kullandığı eşyalar içinde de yaşayabileceğine olan inanç sebebiyle Antik Mısırlılar mümkün olduğunca az sayıda eşya ile yaşamlarına devam ederlerdi. Zira öldükten sonra bu eşyaların bir araya toplanması, kişinin eşyalarıyla birlikte gömülmesi gerekirdi. Aksi takdirde Ka, huzur bulamazdı. Günümüzde ölen kişinin eşyalarının evden çıkarılması, dağıtılması, ayakkabıların kapı önünde dışarı bakar konumda tutulması vb. uygulamaların Antik Mısır’dan geldiğini düşünmek pek zorlayıcı olmasa gerek.

Ölünün mumyasına uygulanan Ağız Açma Ritüeli’nin amacı, Ka’nın bedenden dışarı çıkmasını sağlamak ve onu aktif hale getirebilmekti. “Aktif hale gelmiş” olan Ka, tıpkı yaşayanlar gibi yeme, içme, beslenme vb. hayati ihtiyaçlara sahipti. Antik Mısırlılar ölen kişinin Ka’sını besleyebilmek ve onu mutlu edebilmek için mezarlara yiyecek ve içeceklerden oluşan sunaklar ve çiçekler getirirdi. Bu yiyecek ve içecekler genellikle ölen kişinin yaşarken sevdiği besinlerden oluşurdu. Günümüzde türbelere getirilen sunaklar, mezarlara dikilen çiçekler vb. uygulamaların kökeninin de Antik Mısır’dan geldiği düşünülebilir.


Sunak görselleri piramit duvarlarına da çizilerek Ka'nın beslenmesi sağlanırdı.

Mezarın içinde yaşamına devam eden Ka’nın aksine Ba, mezardan düzenli olarak çıkabiliyordu. Bu sebeple Ba, ruhun mobil (hareketli) kısmı olarak da anılırdı. Ba da tıpkı Ka gibi kişinin ölümünden sonra da varlığına devam ederdi. Ölünün mumyasına uygulanan Ağız Açma Ritüeli’nden sonra Ba’nın bedenden ayrılması mümkün hale gelir ve yolculuğuna başlardı.

Antik Mısırlılar Ba’yı, kişinin karakteriyle ve kişiliğiyle özdeşleştirmişti. Yani Ba, kişiye özgü olan özelliklerin bir toplamıydı. Ölümden sonra ruhun, Maat’ın adalet terazisinde tartılan kısmı Ba’dır. 

Ba, ölüler ve yaşayanlar diyarında, yeraltında ve yerüstünde dolaşabiliyordu. Farklı formlara bürünebilrse de çoğunlukla insan başlı bir kuş olarak tasvir edilmiştir. Yaşayanlar ve ölüler diyarında özgürce dolaşabilmesine rağmen Ba’nın bedene ya da kişiyi tasvir eden heykel veya resme dönme zorunluluğu vardı.


Ba'nın mumyaya döndüğü an

Akh ise Ba’nın bedene dönme zorunluluğundan muaf durumdaydı. Ne de olsa Akh’ın kutsal güçleri vardı. Zira Akh, ruhun adalet terazisinden başarılı bir şekilde geçip ölümsüzlüğe ulaşmış haliydi. Yine de Akh’ın canlanabilmesi için Ka ve Ba’nın ölünün mumyasında, heykelinde veya resminde bir araya gelmesi, birleşmesi gerekirdi. 

Antik Mısırlıların piramit duvarlarına kazıdıkları kutsal sözlerden oluşan Piramit Metinleri’nin 474 numaralı deyişinde şunlar geçer:

“Akh, cennete aittir; beden ise yeryüzüne. Yıldızlar arasında tanrılarla birlikte ölümsüzlüğün tadını çıkaran Akh’tır.”

Antik Mısır inanışına göre Akh her ne kadar yıldızlar arasında tanrılarla birlikte ölümsüzlüğün tadını çıkarıyor olsa da yeryüzüne intikam amaçlı ya da yardım amaçlı bir hayalet gibi inebilirdi. Akh, yaşayanların işlerine burnunu sokabilir, intikam ve/veya iyilik için yeryüzüne bir “hayalet” olarak geri dönerek işini bitirdikten sonra yıldızlar diyarına tekrar yol alabilirdi. Ayrıca ölümden sonra herkesin Akh’a dönüşemeyeceğinin bilinmesi gerekir. Zira Maat’ın adalet terazisinden geçemeyen kalp (Ba), timsah tanrı Sobek tarafından yutulmakta ve ruh tamamen yok olmaktaydı. 

Ruhun bir diğer parçası olan Ren ise kişinin gizli adıydı. Bu ad, kişiye doğumunda ilahi boyuttaki tanrılar tarafından verilmekte ve bu adı sadece tanrılar bilmekteydi. Bu adın tanrılar tarafından değiştirilmesiyle kişinin kaderinin de değişebileceğine inanılırdı. Ölümden sonraki yaşamında kişi, yaşarken sahip olduğu adıyla değil, tanrıların ona verdiği gizli adı olan Ren’i ile anılırdı. Ren’in sadece tanrılar tarafından bilindiğine olan inanışın arka planında ise Antik Mısırlıların öldükten sonra isimlerinin unutulmasından duydukları korkunun var olduğu düşünülebilir. Zira Antik Mısırlılar adları anıldığı sürece ölseler bile yaşayacaklarına inanmışlardır. Mezar duvarlarına adlarını kazımışlar, nefret ettikleri kişilerin mezar duvarlarından ise ölümünden sonra huzur bulamasın ve ölümsüzlüğe kavuşamasın diye adlarını silmişlerdir. Dolayısıyla Ren inanışı, kişinin ölümünden sonra tanrılar nezdinde korunan gizli bir ada sahip olması gerektiği düşüncesinden türetilmiş olabilir.


10 Nisan 2021 Cumartesi

Kısa Kısa~Mesmerizm, Enerji ve Kediler Üzerine

18. yüzyılda Alman fizikçi ve hekim Anton Mesmer, hayvanların etraflarına canlısal manyetizma adı verilen görünmez bir güç yaydıkları yönünde bir teori ortaya atar. Canlısal manyetizma olarak ifade ettiği güç, insanları da içerir. Mesmer, hastalarının alınlarına çoğu zaman elini koyarak, bazen de demir çubukları hastalarının üzerinde gezdirerek onlara kendi enerjisini aktarıp iyileştiklerini gözlemlemiştir. Yani aslında Mesmer, fiziki bir müdahalede bulunmadan uzaktan bir etkide bulunmanın mümkün olabileceğini kanıtlamaya çalışmıştır. Daha sonra Mesmerizm olarak ifade edilen bu tedavi sistemi günümüzde reiki, enerji transferi, bioenerji vb. farklı isimlerle de anılmaktadır.

Anton Mesmer’den iki yüzyıl öncesinde Rönesans fizikçisi Paraselsus, 11. yüzyılda ise Pers filozof ve bilim insanı İbn-i Sina, tıbbi amaçlarla mıknatıs ve hipnoz teknikleri üzerinde durmuşlardır. Daha da eski dönemlere gittiğimizde ise her zamanki gibi Antik Mısır karşımıza çıkar J

Antik Mısır’da enerjisel güç, daha çok tanrıça Sekhmet ile ilişkilendirilmiştir. Sekhmet ismi “güçlü olan” anlamına gelmekte olup kelime olarak kontrol ve güç sembolü olan Sekhem sözcüğünden türemiştir. Sekhmet, pek çok kimliğinin yanında hastalıkları iyileştirme gücünü de barındırmaktaydı. Aslan başlı veya bir aslan olarak tasvir edilen Sekhmet, kimi zaman kedi tanrıça Bastet ile de ilişkilendirilmiştir. Ne de olsa ikisi de kedigillerden.

Sekhmet’in hastalıkları iyileştirici gücünün hiyerogliflerdeki temsilinin, Anton Mesmer’in tekniğinden pek bir farkı olduğu söylenemez.

Anton Mesmer'in canlısal manyetizma tekniğiyle iyileştirme seansı temsili

Tanrıça Sekhmet, iyileştirme gücünü kullanırken

 

İki görselde de vurgulanan Mermerizm tabiriyle canlısal manyetizma, genel tabirle ise enerjisel akıştır. Bu enerjisel akış ya da enerjinin gücü, karşılıklı uyuma bağlı olarak değişebilir (bunu ben değil, Anton Mesmer söylüyor). Örneğin şu durum çoğumuzun başına gelmiş olabilir: Telefonunuz çalar ve bir bakmışsınız ki daha az önce aklınızdan geçen arkadaşınız sizi arıyor. Burada arkadaşınızın sizden ne kadar uzakta olduğunun bir önemi yoktur. Önemli olan arkadaşınızla aranızdaki uyum enerjisidir. Böyle bir durum yaşamış iseniz hayatınızda Mesmer kuralları işliyor demektir.

Mesmer ayrıca, gök cisimleri, Dünya ve bütün canlı varlıklar arasında karşılıklı uyuma dayalı enerji akışının olduğunu söyler. Burada kedi dostlarımızdan örnek vermek isterim. Zira Sekhmet ve Bastet gibi kedigillerle ilişkilendirilen tanrıçalara değinmişken konuyu kedilerle bitirmek isterim: Kedisi olanlar beni daha iyi anlayacaklardır, kediler insanlardaki duygu geçişlerini ve enerjiyi hissetmede son derece iyidirler. Üzgünseniz size enerji verip sizi mutlu edebilir, ağrılarınız varsa ağrılı bölgeye yatıp yaydıkları enerjiyle bir anda sizi iyi edebilirler. Kedinizle aranızdaki uyum arttıkça, bu gibi durumları yaşama ihtimaliniz de o kadar artabilir. En azından kedim Tılsım’la aramızda böyle bir ilişki olduğunu söyleyebilirim. Kedilerin bu şifacı gücünün belki de (bence kesinlikle fark etmişlerdir) farkında olan Antik Mısırlılar, hastalıkları iyileştirici gücü olan tanrıçalarını bu sebeple kedigillerle ilişkilendirmiş olabilirler.

Kedim Tılsım’dan uzaktayken bu cümleleri yazdığım sırada babamın Tılsım’ın fotoğrafını göndermesi de bence tesadüf değil, tamamen evren ve kedimle olan uyum enerjisinden. Çünkü aslında,

Tesadüf diye bir şey yoktur.


1 Mart 2021 Pazartesi

Bir Hermes Trismegistus Felsefesi: Sınırsızlık, Sınırlılık İçinde Kavranamaz!

Antik dönemlerde yaşayan medeniyetlerde genellikle bir tanrıdan farklı isimlerle bahsedilirdi. Özellikle tanrılarının yerel karşılıklarını bulmaktan bir hayli hoşlanan Antik Yunanlılar, fethettikleri topraklarda keşfettikleri tanrılarda kendi tanrılarının özelliklerini gördükleri an o tanrıyı da sahiplenirdi. İki bölgenin tanrısı birleşerek daha güçlü bir tanrı ortaya çıkardı. Tıpkı Antik Mısır’ın Thoth’u ile Antik Yunan’ın Hermes’inin birleşmesiyle ortaya çıkan Hermes Trismegistus gibi.


Hermes Trismegistus burada elinde usturlap ile Güneş ve Ay'ın yanında tasvir edilmiş. Usturlap (yıldız-yakalar), astronomi ölçümlerinde gezegen konumlarını belirlemek için kullanılan bir ölçüm cihazıydı. İslam'da da namaz vakitleri usturlap ile hesaplanıyordu.

 

Thoth, Antik Mısır’da yazının mucidi ve Ay tanrısıydı. Yazıyı öğreten ve geliştiren oydu. Antik dönemlerde tanrılar zamanla farklı özellikler kazanabiliyordu. Bunu Thoth örneğinde de görüyoruz. Zira Thoth ilk zamanlar Ay ile ilişkilendirilirken zamanla Ay döngülerinin astrolojideki öneminin anlaşılmasıyla büyüyle de ilişkilendirilmiştir. Büyü ve yazı arasındaki ilişkinin güçlü olması sebebiyle de yazının mucidi olarak görülmeye başlanmıştır. Bu arada “büyü ve yazı arasındaki güçlü ilişki de nereden çıktı şimdi?” diye sorabilirsiniz. Konuyu çok dağıtmadan ve aradaki güçlü ilişki hakkında fikir sahibi olabilmeniz için kavramların etimolojik kökeni hakkında küçük bir açıklama yapayım: dilin yapısını ifade eden “gramer” sözcüğü, büyülerin yazılı olduğu kitap anlamına gelen “grimoire” kelimesinden türemiştir.

Süleyman'ın Anahtarı-Claviculus De Solomon-ünlü grimoire'lardan biridir. İçinde aşkta kazanma ve görünmezlik gibi büyüler, ölülerle iletişime geçme ve onları kontrol etme gibi pratikler, ritüellerde kullanılacak araç ve giyilecek giysiler gibi bilgiler yer alır.


Thoth’un Antik Yunan’daki karşılığı Hermes’ti. Nasıl ki Thoth, Antik Mısırlılar için Ay, büyü ve yazı tanrısıyken Hermes de Antik Yunanlılar için büyü ve yazı tanrısıydı. Yunanlılar İ.Ö. 332’de Büyük İskender komutasında Mısır’ı keşfettikleri zaman Thoth’ta kendi tanrıları Hermes’i gördüler. Thoth’un kutsal şehri ve kült merkezi Khnumu’ya da Hermapolis Magna (Büyük Hermapolis) adını verdiler. Bundan sonra Hermapolis, Thoth’un kült merkezi olarak anılmaya başlandı.  Thoth ve Hermes’in özdeşleştirilmesinden ise yeni bir tanrı figürü doğdu: Hermes Trismegistus.

Thoth'un kült merkezi kutsal şehri Hermapolis'in günümüzdeki görünümü

Hermes Trismegistus isminin anlamı “üç kere büyük/ermiş Hermes” demektir. Antik Mısır dilinde sıfattaki niteliğin en üst seviyesini gösteren en üstünlük derecesini ifade etmek için sözcükler üç kez yinelenirdi. Sözcüğün üç kere söylenmesiyle veya yazılmasıyla sözcüğün ifade ettiği isim yüceltilir (ululuğu ve kutsallığı artırılır) ve güçlendirilirdi. Burada “bir şeyi üç kere tekrar etme” geleneğine parantez açma ihtiyacı duyuyorum zira üç sayısına atfedilmiş kutsallığın ya da gücün varlığının antik dönemlerden günümüze kadar ulaştığı söylenebilir. Kültürümüzde de bunun yansımalarını görebiliriz. Örneğin gerçekleşmesinden korkulan bir şeyi savuşturmak için tahtaya üç kere vurma ve “Allah’ın hakkı üç’tür” inancı ve geleneği gibi uygulamalar, üç sayısına atfedilen gücü gözler önüne seren niteliktedir.

Soldaki Thoth tasviridir. Thoth, ibis başlı tasvir edilir. Zira isminin anlamı "O, ibis gibidir." demektir. Sağdaki ise Thoth ve Hermes figürlerinin birleşmesinden oluşan bir tanrı figürü olan Hermes Trismegistus.

Thoth ve Hermes’in birleşmesinden türeyen bir figür olan Hermes Trismegistus, zamanla büyü ve simya alanında oldukça önemli bir hale gelmiştir. Öğretisine ait metinlerin derlenmesiyle oluşan Hermetika, nam-ı diğer Zümrüt Tabletler, Hermes Trismegistus felsefesi hakkında bilgi verici nitelikte diyaloglar içerir. Hatta Zümrüt Tablet’lerin, ülkemizde yer alan Tyana Antik Kenti’ndeki Hermes heykelinin altında gizlenmiş bir mahzende altın bir tahtta oturan bir cesedin elinde bulunduğu iddia edilmektedir.

Zümrüt Tabletler'in bulunduğu iddia edilen Tyana Antik Kenti. Bor ilçesinde yer alır.

 
Hermes Trismegistus felsefesinin özünde makrokozmos (evren)-mikrokozmos (insan) anlayışı yatar. Yani insanın, evrenin bir tezahürü olduğu inanışı. Bu felsefe beraberinde doğanın bütünüyle bilinçli bir düzenin parçası olduğu, her şeyin bir yaşam gücünü paylaştığı ve evrenle insan arasındaki uyuma dair inanışları getirir. Böylece Hermetizmin ve Hermetizm’den doğan Batı Ezoterizmi’nin temelini oluşturan şu ilke ortaya çıkar:

“Aşağıda olan yukarıda olan gibidir.”

"Aşağıda olan yukarıda olan gibidir." felsefesinden (Hermetizm) türeyen Ezoterizme ve Okültizme ilişkin sembolizm 

Adının anlamı “üç kere büyük” Hermes olunca, Thoth ve Hermes dışında aynı figürle ilişkilendirilen üçüncü bir isimden de bu yazıda bahsetme ihtiyacı duydum. O da Hz. İdris.  Kur’an’da adı geçen İdris Peygamber’in, Antik Mısır’daki Thoth ve Antik Yunan’daki Hermes ile aynı kişi olduğu düşünülür. Zira sahip olduğu özellikler, söz konusu iki tanrı figürüyle oldukça benzer. Hz. İdris’in kalemle yazı yazan ve kumaşla elbise diken ilk insan olduğu, onun sayesinde insanların hayvan derisi giymekten kurtuldukları, kumaşı bulduğu ve yazı yazmayı geliştirdiği söylenir. Bu sebeple Antik Mısır ve Yunan papirüslerinde kendisinden “Terzi Hermes” olarak bahsedilir. İdeolojisine dair şu sözler de kendisine atfedilir:

“İnsanlar ölümlü tanrılardır, tanrılar da ölümsüz insanlardır.”

Michelangelo'nun Adem'in Yaratılışı adlı eseri, söz konusu felsefe ile ilişkilendirilmiş.

Terzi Hermes, Thoth, İdris ya da hepsinin toplamı olan Hermes Trismegistus’a ait olduğu düşünülen bu sözleri ve felsefesi ise şu şekilde açıklanır:

“Eşyanın dışı, içi gibidir; içle dış arasında hiçbir ayrılık yoktur. Küçük büyük gibidir. Küçükle büyük, arasında hiçbir ayrılık yoktur. Evrende hiçbir şey ne iç, ne dış, ne küçük, ne büyüktür. Bir tek yasa ve o yasanın gördüğü bir tek iş vardır. Bu sözlerin anlamını anlayan, gerçeği görür. Kimi insanlar bu anlayışları, olağanüstü çabaları ve yetkinlikleriyle öteki insanların görmediklerini görebilirler. Oysaki nedenler nedeni daima gizlidir. Çünkü sonsuzluk, pek kısa bir son olan zaman ve gene pek kısa bir son olan mekân içinde anlaşılamaz ve anlatılamaz. Bizler ancak, öldükten sonra onu anlayabilir ve anlatabiliriz. Çünkü yaşarken, zaman ve mekânla sınırlıyız. Sınırsızlık, sınırlılık içinde kavranamaz.”


Sınırsızlık, sınırlılık içinde açıklanamaz. İşte bu yüzden havsalamız çoğu şeyi açıklamakta ya da hayal etmekte yetersiz kalmaktadır: Biz niye varız? Neden yaratıldık? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Ölümden sonra ne olacak? Ölümden sonra bir hayat var mı? vb. sorular cevapsızdır. Bu sorular hakkında ancak Antik Mısır vb. medeniyetlere ait mitolojilerden, metinlerden ve/veya kutsal kitaplarda yazılanlardan yola çıkarak fikir yürütebiliyoruz. Tıpkı bu sorulara cevap veremediğimiz gibi yaratıcıyı da hayal edemiyoruz. Yani havsalamız, yaratıcıyı imgeleyemiyor, zira sınırlı havsalamızla sonsuz, zaman ve mekândan bağımsız olan yaratıcıyı hayal etmek pek mümkün görünmüyor. Çoğumuzun zihnindeki imgelem, mitolojik karakterlerin (Zeus, Ra vb.) tasvirlerinden ya da ressamların eserlerindeki tanrı figürleri gösterimlerinden ibaret. Çünkü tıpkı Terzi Hermes, Thoth, Hz. İdris ya da Hermes Trismegistus’un da dediği gibi:

“Sınırsızlık, sınırlılık içinde kavranamaz.”                      



23 Şubat 2021 Salı

Antik Mısır'ın Kutsal Dokuzluları-Büyük Ennead

Kutsal dokuzlu deyince aklınıza belki Tarot kartları gelmiş olabilir. Tarot’a ilgili olanlar bilirler ki Tarot’ta “Kupa Dokuzlusu”, “Kılıç Dokuzlusu”, “Değnek Dokuzlusu” ve “Para Dokuzlusu” olmak üzere küçük arkana kartları vardır. Bu kartlar tek haneli sayıların sonuncusu ve 10 sayısından bir önceki sayı olan dokuz ile ilişkili olmaları sebebiyle süreç, gelişim ve zirveden oluşan bir döngüyü ifade eder. Şöyle ki bir rakamı, sürecin başlangıcını oluştururken iki rakamı ile süreç şekillenmeye başlar ve dokuz, süreçle ilgili zirveye ulaşıldığının habercisidir.

Dokuz rakamı ile ifade edilen döngü sürekli kendini tekrar eden bir döngü değil, değişim ve gelişim ile sonuçlanan bir döngüdür. Bahsi geçen kartlar da genel olarak “bir şeyi tamamlamaya yaklaşıldığı”, “bir sonraki döngüye hazır olmayı"-zira dokuzdan sonra 10 gelir ve 10, yeni bir serinin başlangıcıdır- “içsel tamamlanmışlığı” ve “niteliklerin farkına varmayı” temsil eder. Tarot’ta dokuz sayısı, gelişim ve değişimle sonuçlanan bir döngüyü ifade etmesi ve tek haneli sayıların zirvesi olup yeni bir serinin (iki haneli sayıların) başlangıcına zemin hazırlaması sebebiyle kutsaldır.


Kupa Dokuzlusu, Tarot'ta bolluğu resmeden bir küçük arkana kartıdır. Kartın temsil ettiği kişi zenginliğini göstermeyi sever ve bunun tadını çıkarır; fakat kart bu kişiyi zenginliği konusunda ağırbaşlı davranması gerektiği yönünde uyarmaktan geri durmaz.


Antik Mısır’ın Kutsal Dokuzluları ile Tarot’un Dokuzluları arasında kutsallık ve olumlu yönde sonuçlanan döngüsellik açısından ortak bir nokta bulabiliriz. Zira Antik Mısır’da yaradılışın ve tekil iken çoğul olmanın tezahürü Kutsal Dokuzlulardır. Kutsal Dokuzluların Yunan dilindeki karşılığı “Ennead”dır. Antik Mısır dilinde ise dokuz tanrı ve tanrıçadan oluşan kutsal dokuzlular “Pesdjet” olarak isimlendirilmiştir. Antik Mısır’la ilgili isimlerin Yunan dilindeki karşılıklarının daha popüler olması sebebiyle Ennead ismi Pesdjet ismine göre daha çok bilinir. Örneğin Antik Mısır’da yazı ile dillerin yaratıcısı ve Ay tanrısı olarak bilinen Thoth’un Antik Mısır dilindeki karşılığı “Djehuty”dir. Thoth ise Djehuty’nin Yunan dilindeki karşılığıdır ve Djehuty’e göre dünya genelinde daha çok bilinir.

Antik Mısır'da yazı ile dillerin yaratıcısı, Ay tanrısı Thoth. İsminin Antik Mısır dilindeki karşılığı "O, ibis gibidir." anlamına gelir. İbis başlı olarak resmedilmesinin sebebi budur.

Antik Mısır’da çoktanrıcılığın egemen olması sebebiyle bir hayli fazla sayıda tanrı ve tanrıça yer almaktaydı. Tanrı ve tanrıçaların sayısının oldukça fazla olması sebebiyle Mısırlı rahipler tanrı ve tanrıçaların soyu hakkında bir karışıklık olmaması için çeşitli sınıflandırmalar yapmışlardır (evet, tanrı ve tanrıçalar evlenip diğer tanrı ve tanrıçaları doğururdu). İşte tanrı ve tanrıçaların genellikle soyağacından türeyen bu tür sınıflandırmalar “Ennead” olarak isimlendirilmiştir. Her ne kadar Ennead, kelime karşılığı olarak “dokuz” anlamına gelse de Ennead’ı oluşturan tanrı ve tanrıçaların sayısı her zaman dokuz olmak zorunda değildi. Zira Antik Mısır’da Ennead, rakamsal karşılığının çok ötesinde kutsal bir anlama sahipti.

Antik Mısır’da çoğulluk, üç rakamı ile ifade edilirdi. Triad (Üçlü) olarak ifade edilen Kutsal Üçlü gösterimleri sıklıkla yapılırdı. Tıpkı Osiris, İsis ve Horus’tan oluşan kutsal üçlü ya da Atum, Shu ve Tefnut’tan oluşan kutsal üçlü gibi. Hatta Atum’dan oluşan Triad ile ilgili olan bir pasajda şu sözler geçer: “O birdi ve üç oldu, Shu ve Tefnut’u doğurduktan sonra” (burada tanrı Atum kendinden Shu ve Tefnut’u meydana getirmiştir).


Osiris, İsis ve Horus'tan oluşan bir Kutsal Üçlü (Triad). Görseldeki heykel, Louvre Müzesi'nde sergilenmektedir.

Antik Mısır’da üç rakamı tanrısal birlikten oluşan çoğulu simgelediği için dokuz rakamı da “çoğulun çoğulu” demekti. Dolayısıyla Ennead, Antik Mısır’da rakamsal karşılığının çok ötesinde, “kutsallığın büyütülmüş hali”ni, kutsal tanrı ve tanrıça birliklerini simgeler. Bu nedenle Ennead’ı oluşturan tanrı ve tanrıçaların sayısı dokuz olmak zorunda değildir. Örneğin Antik Mısır dilinde Waset olan ve Yunanca karşılığı-ki daha çok bu isimle bilinir-Teb (Thebes) olan bölgenin (günümüzde bu bölgede Mısır’ın Luksor şehri yer alır) kutsal dokuzlusu, yani Ennead’ı 15 tanrıdan oluşuyordu. Öte yandan Horus, Anubis, Maat ve Thoth’dan oluşan Ennead ve Horus’un dört oğlundan oluşan Ennead’lar da bulunmaktaydı. En önemli Ennead ise Antik Mısır’ın en eski ve önemli dini merkezlerinden biri olan ve “Güneş’in Şehri” olarak bilinen Heliopolis’in Kutsal Dokuzlusudur.


Heliopolis'in Kutsal Dokuzlusu-Büyük Ennead

Heliopolis’in Kutsal Dokuzlusunun başlangıcı Güneş Tanrısı Atum’du. Atum, kendinden hava tanrısı Shu ve Nem tanrıçası Tefnut’u yaratmıştır. Hatta Tefnut’u tükürmüştür de diyebiliriz. Zira Tefnut adı, tükürmek anlamına gelen “tfn” fiiliyle bağlantılıdır. Shu ve Tefnut birlikteliğinden yeryüzü tanrısı Geb ve gökyüzü tanrıçası Nut yaratılmıştır. Geb ve Nut birlikteliğinden ise söz konusu tanrı ve tanrıçalara göre daha popüler olan Osiris, İsis, Nepthys ve Seth yaratılmıştır. İşte Heliopolis’in Kutsal Dokuzlusu bu tanrı ve tanrıçalardan oluşmaktadır. Söz konusu Kutsal Dokuzluya bazı metinlerde 10. Tanrı olarak Horus’un dâhil edildiği görülmüştür. Horus, bazen Osiris ve İsis’in çocuğu olarak, bazen de Nut’un beşinci çocuğu olarak Kutsal Dokuzluya dâhil edilmiştir. Örneğin eski krallığa ait piramit metinlerinde Horus, Nut’un beşinci çocuğu olarak belirtilir. Hatta bu durum, yılın 365 gün olmasının da bir sebebi olarak Yunan tarihçi Plutarch tarafından şöyle aktarılır:

Güneş tanrısı Helios (Antik Mısır’daki karşılığı Ra’dır), tanrıça Rhea’yı (Antik Mısır’daki karşılığı Nut’tur) yılın 360 günü boyunca doğum yapamasın diye lanetler. Hermes (Antik Mısır’daki karşılığı Thoth) bu sebeple yıla beş gün ekler ve bu günler içinde Nut, beşinci çocuğunu, yani Horus’u dünyaya getirebilir. Böylece bir yıl artık 360 gün değil, 365 gün sürer.

Heliopolis’in Kutsal Dokuzlusuna 10.tanrı olarak Horus’un dâhil edilmesiyle kutsal döngü tamamlanır. Kutsal Dokuzlu tamlığa ve kendi içinde bir sona ulaşmış olur; fakat Imhotep’in (Mumya filminden hatırlayın) de söylediği gibi her son bir başlangıçtır. Bu sebeple söz konusu tamamlanmışlık yeni Ennead’ların oluşmasına/yaratılmasına aracılık eder. Tıpkı Horus’un dört oğlundan oluşan Ennead veya diğer tanrı ve tanrıçalarla birlikte oluşturduğu Ennead’lar gibi. Başlangıç-süreç-tamamlanmışlık ve son döngüsü yeni bir seri (başlangıç) oluşturur ve böylece kutsal döngüler devam eder.


Imhotep, Mumya filminin son sahnesinde "Ölüm sadece bir başlangıçtır." derken

20 Ocak 2021 Çarşamba

Göz Var, İzan Var, Heykel Var, Heykel Var!

Geçenlerde Prenses Diana’nın Brezilya’daki bir müzede sergilenmekte olan balmumu heykelini görünce aklıma “antik dönem heykelleri temsil ettikleri kişileri gerçekten yansıtıyor mu?” sorusu geldi. Zira Prenses Diana’nın balmumu heykelinin, onun görüntüsüyle pek de bir ilgisi olmadığı ortada.


Heykeli gören pek çok kişi de “Bunun neresi Diana!” diyerek tepkilerini göstermiş. Söz konusu heykelin Diana’ya hiç benzemediği rahatlıkla söylenebilir, çünkü Diana’nın yaşarken nasıl göründüğünü çoğumuz fotoğraflardan ve medyadan biliyoruz.

Tıpkı Diana’nın heykeli gibi Cristiano Ronaldo’nun büstü de pek çok eleştiriye maruz kalmış ve alay konusu olmuştu.


Ronaldo’nun adı, doğduğu Madeira adasındaki havalimanına verilince bunun şerefine ve havalimanında sergilenmek üzere yapılan büst, futbolcuya hiç benzememesi sebebiyle tepki çekmişti. Heykelin çok fazla tepki çekmesinin ardından heykeli yapan kişi büstü sadece 15 günlük bir süre içinde yaptığını, Ronaldo’nun yoğun temposu nedeniyle kendisine modellik yapamadığını ve bu yüzden futbolcunun fotoğraflarından yararlandığını, dahası Hz. İsa’nın bile herkesi memnun edemediğini söyleyerek kendisini savunmuştur. 

Ronaldo demişken David Beckham’ın Bangkok’taki bir tapınakta sergilenmekte olan Buda heykelinden de bahsetmeden olmaz. Bir nevi “din” olarak görülen futbola ve futbolculara bağlılık bazen o kadar uç boyutlara gelebilir ki bağlılık bir anda tapınma(!)ya dönüşür. Zaten bağlılık ve tapınma arasındaki ince çizginin aşılması çok kolaydır. Bunun örnekleri futbolda görülebileceği gibi markalar dünyasında da görülebilir. Yani markalar da bir nevi dine dönüşebilir.

Apple markasının logosu ve sloganından oluşan bir dövme

Markalar dünyasından çıkıp Beckham heykeline geri dönelim. David Beckham’a hayranlığı uç boyutlarda olan ve artık tapınma boyutuna dönüşen bir hayranı tarafından Bangkok’taki Pariwas tapınağında sergilenmek üzere yapılan Beckham’ın Buda heykeli, Ronaldo büstü ve Diana’nın balmumu heykeli gibi tepki çekmekten çok şaşkınlığa sebep olmuştur.

Bangkok'ta bir tapınakta sergilenen David Beckham Buda heykeli

Heykelin uyandırdığı şaşkınlık, benzerlik-benzemezlik tartışmalarını gölgede bırakmış; futbola ve özelinde futbolculara duyulabilecek hayranlık boyutunu gözler önüne sermiştir.

Yazıya “antik dönem heykelleri temsil ettikleri kişileri gerçekten yansıtıyor mu?” şeklinde bir soruyla başlamıştım. Bu soruya cevap vermek zor. Zira antik dönemde yaşayan kişilerin (firavunlar, kraliçeler vb.) yaşadıkları dönemde nasıl göründüklerine ilişkin görüntülere ulaşmamız imkânsız. Bu konuda sadece yazılı metinlerden yola çıkarak yorum yapabilir, fikir sahibi olabiliriz. Heykellerden yola çıkarak yorum yapmak ise bizi hatalı sonuçlara ulaştırabilir. Örneğin Antik Mısırlılar firavunları heykellerde kaslı, sağlıklı ve atletik yapılı tasvir etmiş olmalarına rağmen yazılı metinlerden anlaşıldığı üzere firavunların çoğu obez, göbekli, genellikle kısa boylu ve birtakım sağlık problemleri olan kişilerdi. Yani aslında Antik Mısırlılar firavunların gerçek görünüşlerini yansıtmak konusunda gerçekçi değillerdi. Bu durumun sorunlusu tabi ki heykeltıraşlar değil, firavunlardı; çünkü firavunlar fiziksel olarak güçlü oldukları imajını yansıtarak hem gelecek nesillerin kendileriyle gurur duymalarını, hem de düşmanlarına/rakiplerine gözdağı vermek istiyorlardı. Ne de olsa Antik Mısırlılar, 15. Louis’in ünlü sözü “apres moi, le deluge” (Türkçesi: Benden sonrası tufan) gibi bir anlayışa sahip değillerdi. Daima medeniyetlerinin devamlılığını ön planda tutarlardı ve bunun için her ayrıntıyı göz önünde bulundururlardı. Firavun heykellerindeki gerçekçi olmayan tasvirler bile bu anlayışa hizmet ederdi.

Antik Mısır döneminde öyle bir dönem vardı ki o dönemde sanat, dibine kadar gerçekçi bir bakış açısıyla icra edilmişti: Amarna Dönemi. Amarna dönemi, sonrasında tek tanrıya inandığı için Mısırlı rahipler tarafından aykırı firavun olarak ilan edilen Akhenaton ve Nefertiti’nin dönemidir. Bu dönemde heykeller, oldukça gerçekçi bir şekilde oluşturulmuştur. Örneğin firavun Akhenaton’un üst bedenine göre oldukça iri olan alt bedeni ile göbeğini, heykelinde görmek mümkün:

Firavun Akhenaton'un Kahire Müzesi'nde sergilenmekte olan heykeli

Akhenaton’un eşi kraliçe Nefertiti’nin ise yaşarken ne kadar güzel bir kadın olduğunu, o dönemde yapılmış ve şu an Berlin Müzesi’nde sergilenmekte olan büstüne bakarak anlayabiliriz. Hatta Hitler'in söz konusu büste obsesif bir şekilde takıntılı olduğu yönünde hikâyeler de mevcuttur.

Kraliçe Nefertiti'nin Berlin Müzesi'nde sergilenmekte olan büstü

Nefertiti büstünden konu açılmışken ve yazıya facia (!) heykellerle başlamışken maalesef Kraliçe Nefertiti’nin de facia heykel modasından (!) nasibini aldığını söylemeden geçmeyeyim. Nasıl mı?! Mısırlılar Nefertiti’yi geçmişlerinin ve güzelliklerinin bir simgesi olarak gördüklerinden-ki Nefertiti “güzellik geldi” anlamına gelir-ülkelerinde kraliçenin bir büstü olması gerektiğini düşünerek ne yazık ki onun büstünü (!) yapma girişiminde bulundular. Sonuç hüsrandı:


Bu düpedüz çirkin büst hakkındaki tam yerinde yorumu ise bir Mısırlı şu şekilde yapmış:

Yazılanların Türkçesi şöyle: "Bu, Salamut kentindeki Nefertiti. Herhalde öldükten dört gün sonra buna benziyordu."

Gelen tepkiler sonrasında neyse ki büst, bulunduğu yerden kaldırıldı. Bu facia (!) büst olayı günümüz Mısırlılarının atalarının gerçekten de Antik dönem Mısırlıları olmayabileceğine olan inancımı güçlendirdi (bu çıkarımda tamamen hislerimden yola çıktığımı, bilimsel bir dayanağım olmadığını belirteyim). Zira Berlin Müzesi’ndeki muhteşem Nefertiti büstü ile Salamut kentindeki büstü karşılaştırınca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Heykeller gerçeği yansıtmalı mıdır? Yoksa heykeltıraş, yorumlama konusunda özgür mü olmalı, kendine göre mi yorumlamalıdır? Bu soruları tartışmak beni aşar. Zira sanat tarihi uzmanı, sanatçı veya heykeltıraş değilim. Ayrıca herkes her şeyi aynı şekilde görmeyebilir, algılamayabilir ve yorumlamayabilir. Örneğin aynı malzemeleri ve aynı ölçüleri kullansanız bile sizin yaptığınız kek ile başkasının yaptığı kek aynı lezzeti vermeyebilir. İşte lezzeti farklılaştıran o makinedeki hayalet, dokunuştur. Dolayısıyla heykeller de heykeltıraşların dokunuşunun bir ürünü olduğundan gerçeğin birebir kopyası olmak zorunda değildir. Yine de Salamut kentindeki Nefertiti büstü vb. gibi heykeller olmasa-ee göz var, izan var- daha iyi olur tabii.