26 Kasım 2023 Pazar

Fırtınalı Bir Günde Fırtına Tanrılarına Dair

Şiddetli fırtınanın hâkim olduğu bir günde tabii ki mitolojinin önde gelen fırtına tanrılarıyla ilgili bir yazı yazmasam olmazdı. Bu yazım kapsamında fırtına tanrıları içinde en popülerleri olan Seth, Zeus ve Thor’u ele alacağım. Sadece bu üç ünlü tanrıdan bahsedecek olmamın sebebi hem yazıyı çok fazla uzatmamak hem de Seth’in en sevdiğim mitoloji olan Antik Mısır’a ait bir tanrı olması, Zeus’un okumaktan zevk aldığım bir seri olan Percy Jackson ve Olimposlular’la olan bağlantısı, Thor’un ise Marvel tarafından hikâyesine biraz müdahale edilmiş olmasıdır ki bu müdahaleye biraz sonra değineceğim. Dolayısıyla konuya ilgi duyanlar bu üç ünlü fırtına tanrısı dışında Aztek mitolojisinden Tlaloc, Antik Hinduizme ait bir tanrı olan Indra, Japon mitolojisinden Raijin ve Slav panteonundan Perun gibi fırtına tanrılarını da inceleyebilirler.

Antik Mısır mitolojisi diğer mitolojiler içinde her zaman için önceliğim olduğundan ilk olarak Seth ile başlamak isterim. Her ne kadar Seth, kardeşi Osiris’le olan güç savaşında Osiris’i öldürüp bedenini 40 parçaya bölmesiyle bilinip kötü bir üne sahip olsa da her zaman kötülükle ilişkilendirilmemiştir. Zira eski krallık (MÖ 2575-MÖ 2134) döneminde çöllerin koruyucu tanrısı olarak tanınan Seth, hem çölde seyahat eden tüccarları korumuş hem de saf bir kötü olan yılan tanrı Apep’e karşı direnerek Güneş’in doğmasını sağlayıp günü kurtarmıştır. Yeni krallık döneminde (MÖ 1550-MÖ 1070) ise kardeşi Osiris’le yaptığı savaş ve onu vahşice öldürmesi, Seth’i koruyucu bir tanrıdan kaos, yıkım ve istilalarla ilişkili bir tanrıya dönüştürmüştür. Seth’in fırtına tanrısı olarak anılmasının sebebi de işte tam olarak yaşadığı bu dönüşümdür. Yaşadığı dönüşümden sonra tıpkı şiddetli bir fırtınanın her şeyi önüne katıp yerle bir etmesi gibi Seth de kaos, yıkım ve kötülükle beslenmiştir. Eski krallık dönemindeki iyi hâllerinden hiç eser kalmamış, yaptığı iyilikler getirdiği yıkımlarla unutulup gitmiştir.

Kardeşi Seth tarafından öldürülen Osiris’in 40 parçaya bölünen bedeni, kız kardeşi ve aynı zamanda karısı olan büyü tanrıçası İsis tarafından bir araya getirilmiş ve büyüyle kısa bir süre için hayata döndürdüğü Osiris’ten hamile kalan İsis, Horus’u dünyaya getirmiştir. Sonrasında Osiris, yeraltı dünyasına geçmiş ve yeraltı ve ölüler tanrısı olmuştur. Bundan böyle Horus, babasının intikamını almak için amcası Seth ile şiddetli bir mücadeleye girmiş, bu uğurda bir gözü Seth tarafından oyulmuş (Horus’un gözü miti bu hikâyeden gelir), ama sonunda Seth karşısında galip gelip babasının intikamını almıştır.

Seth’in fırtına ve kaos tanrısına dönüşmesinden sonra Horus ile olan mücadelesi Mısır mitolojisinde iyilik ve kötülük ya da düzen ve kaos arasındaki sonsuz mücadeleyi temsil eder. Seth ve Horus’un, başka bir deyişle kaos ve düzenin dengede olması evrenin devamlılığının tehlikeye düşmemesi için önemlidir. Horus’un Seth’e kimi zaman merhamet gösterdiği bazı mitsel hikâyeler, Antik Mısırlıların söz konusu dengeye verdikleri önemle ilgilidir.

Seth (solda) ve Horus (sağda), kaos ve düzenin dengesini tasvir ediyor (Mısır Müzesi)

Bir diğer ünlü fırtına tanrısı Zeus ile devam edelim. Antik Yunan panteonunun, başka bir deyişle Olimpos tanrılarının en ünlü tanrısı diyebileceğimiz Zeus’un bu üne Percy Jackson kitap serisinden çok önce de sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ününün sebebi belki de diğer tanrılar ve ölümlülerle olan hazcı ilişkileri ve kıskançlık, öfke, şehvet vb. pek çok ölümcül günah dolu hikâyeleri olabilir. Öte yandan Yunan mitlerinin sadece Zeus’la ilgili değil, diğer Yunan tanrılarıyla ilgili de böyle “insanca, pek insanca” (bu göndermeyle de Nietzsche’yi analım=)) hikâyelerle dolu olduğunun bilinmesi gerekir.

Elinde şimşeği tutan Zeus (Yunan tanrılarının fiziksel özellikleriyle de "pek insanca" tasvir edildiğini buradan da anlayabiliyoruz)

Titanlardan Kronos ve Rhea’nın en küçük çocuğu olan Zeus, olgunluk döneminde babası Kronos’u devirmiş, Titanlar’a karşı yaptığı savaşı kazanmış ve Olimpos Dağı’nın en büyük kralı olmuştur. Zeus’un hikâyesi, Musa’nın hikâyesiyle benzerlik taşır. Zira Zeus’un babası Kronos, kendi babası Ouranos’u öldürdükten sonra kendisinin de çocukları tarafından öldürüleceği korkusuna kapılıp bütün çocuklarını vahşice yiyen korkak ve acımasız bir tanrıydı. Tabii ki Zeus dışında hepsini. Annesi Rhea, Zeus’u Kronos’tan saklamış ve böylece Zeus, hayatta kalabilmişti. Olgunluğa eriştiğinde ise korkak ve acımasız babasını öldürmüştü. Böylece Kronos’un korktuğu başına gelmiş, babasına yaşattığı kaderi kendi de yaşamıştı. Musa da annesi tarafından dönemin, bir kehanetten korkup hayatından endişe ettiği için bütün doğan bebeklerin öldürülmesi emrini veren acımasız ve korkak firavununun şerrinden korunması için bir bebekken saklanıp olgunluğa eriştiğinde firavunu tahtından indirmiştir. Bu iki hikâye arasındaki benzerlik, mitoloji üstadı Joseph Campbell’ın tüm mitolojik hikâyelerin benzer nitelikler taşıdığı yönündeki düşüncesine yönelik “kahramanın sonsuz yolculuğu” nosyonunu destekler niteliktedir.

Seth ve Zeus dışındaki en ünlü fırtına tanrısı olarak Thor’u nitelendirmek pek de yanlış olmayacaktır. Thor’un söz konusu ününe rağmen ait olduğu İskandinav mitolojisi, Mısır ve Yunan mitolojileri gibi çok bilinen bir mitoloji değildir. Bu durumun, Thor’un hikâyesinin ünlü ABD’li çizgi roman yayımcısı Marvel tarafından kolaylıkla eğilip bükülmesini, yani değiştirilmesini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Zira İskandinav mitolojisinin pek fazla bilinmiyor olması, Marvel’ın Thor’la ilgili müdahalelerinin kolaylıkla kabul edilmesini ve benimsenmesini beraberinde getirmiştir. Hatta çoğu kişinin Thor’u Marvel’la birlikte tanıdığını düşünürsek Thor’un “sinematik” hikâyesinin asıl hikâyeyi gölgede bıraktığını ifade edebiliriz.

İskandinav bereket tanrıçası Sif’le evlenen ve birden fazla çocuğu olan Thor, ünlü çekici Mjörnir sayesinde fırtınaları kontrol edip yağmurlar yağdırabilirken hem kendi evi Asgard'ı hem de insan dünyası Midgard'ı savunmak için sık sık devlerle ve canavarlarla savaşıyordu. Midgard'ın tamamını saran devasa yılan Jörmungandr ise Thor’un ezeli düşmanıydı. Kehanete göre Ragnarök (kıyamet) sırasında fırtına tanrısı Thor ile devasa yılan Jörmungandr birbirleriyle savaşacaktı. Bu savaştan sonra Thor'un çocukları da dâhil olmak üzere hayatta kalan tanrılar daha sonra dünyayı yeniden inşa edecekti. Tıpkı Horus ve Seth arasında olduğu gibi Thor ve Jörmungandr arasındaki çatışma da düzen ve kaos arasındaki çatışmayı temsil eder. Zaten bütün mitolojik hikâyelerin özü de düzen ve kaos arasındaki çatışmadan ibarettir.

Thor, çekici Mjörnir ile devlerle savaşırken (Marten Eskil Winge, 1872)


Gelelim Marvel’ın, Thor’un hikâyesiyle ilgili yaptığı müdahaleye. Marvel’ın hikâyesindeki düzenbaz tanrı Loki, İskandinav mitolojisine göre Thor’un kardeşi değil, can düşmanı Jörmungandr'ın yarı dev, yarı tanrı babasıydı. Buna ek olarak Loki, İskandinav mitolojisinde her zaman saf bir kötü olarak tasvir edilmemiştir. Tıpkı Antik Mısır mitolojisindeki Seth’in de her zaman saf bir kötü olarak tasvir edilmediği gibi. Marvel belki de iyi ve kötü arasında belirgin bir ayrım yapmak için Loki’yi Thor’un tam karşısına, saf bir kötü (antagonist/rakip) olarak konumlayarak Thor’un protagonist (baş kahraman) çekiciliğini arttırmak istemiş olabilir. Yine de Thor’u canlandırması için Avustralyalı oyuncu Chris Hemsworth’u seçerek bana göre iyi bir seçim yapmış olduklarını belirtmeliyim.

Bu yazımı yazmaya başladığımda dışarıda şiddetli bir fırtına vardı. Yazımın sonuna gelirken fırtınanın şiddetini daha da arttırdığını söyleyebilirim. Yani şu an gökyüzünde Horus ve Seth, Zeus ve Kronos, Thor ve Jörmungandr arasında şiddetli bir çatışma oluyor ve kaos (yıkım), düzen karşısında galip geliyor gibi. Gemiler batıyor, çatılar uçuyor, ağaçlar yıkılıyor…

Kaos ve düzen arasındaki dengenin bir an önce kurulması umuduyla…


17 Haziran 2023 Cumartesi

Antik Mısır Mitolojisinin En Önemli Kozmik Olaylarından Biri: Geb ve Nut’un Birbirlerinden Zorla Ayrılmaları Üzerine

Birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış yeryüzü tanrısı Geb ve gökyüzü tanrıçası Nut’un, babaları Shu tarafından zorla ayrılmaları Mısır mitolojisinin en önemli kozmik olaylarından biridir. Cümleyi bu şekilde okuduğunuzda hazin sonlu bir aşk hikâyesi aklınıza gelmiş olabilir. Hatta “Gaddar Shu, âşıkları ayırmış!” gibi düşüncelerle tanrı Shu’yu suçlamış da olabilirsiniz. Mitolojinin en sevdiğim yönü de işte tam olarak budur: En önemli kozmik olayların aşk, vahşet, entrika, hırs ve romantizmle bezenmiş ağır sembolizmi!

Öncelikle bu kozmik olayı dimağınızda somutlaştırmak için Geb ve Nut’un Shu tarafından zorla ayrıldıkları sahneyi gösteren Antik Mısır tasvirini aşağıya ekleyeyim:


Yukarıdaki görselde mavi, vücudu yıldızlarla bezeli ve “kapsayıcı” şekilde tasvir edilmiş olan, gökyüzü tanrıçası Nut’tur. Burada Nut’un kapsayıcılık özelliğini bilhassa vurgulamak istedim. Zira gökyüzünün bizi kapsayıcı özelliği bence daha güzel tasvir edilemezdi. Altta yatar pozisyonda, Nut’a göre “edilgen” ve insan görünümünde tasvir edilen ise yeryüzü tanrısı Geb’dir. Burada ise Geb’in Nut’a göre edilgen pozisyonunu vurgulamak istedim. Zira toprağı besleyen ve toprağa hayat veren suyun gökyüzünden gelmesi, Nut’u Geb’e göre etken bir konuma getiriyor. Buna ek olarak söz konusu görselde Nut’un ellerinin oldukça sağlam duruşu karşısında Geb’in Nut’a doğru yönelmiş elinin oldukça cansız ve hatta çıtkırıldım bir şekilde tasvir edildiği de söylenebilir. Bu durum bana Michalengelo’nun Adem’in Yaratılışı adlı eserini hatırlattı.

Adem'in Yaratılışı, Michalengelo'nun 1508-1512 yılları arasında Sistine Şapeli'nin tavanına boyadığı ünlü bir fresktir

Dikkat edilirse Yaratıcı’nın Adem’e uzanan etkin ve güçlü eli karşısında Adem’in elinin oldukça edilgen ve cansız bir şekilde tasvir edildiği (hani uzamsam mı uzanmasam mı dermişçesine) görülebilir. Tıpkı yeryüzü tanrısı Geb’in Nut’a uzanan eli gibi.

Konumuza dönecek olursak ilk görsele bakıldığında Nut’u kollarıyla havaya kaldırarak Geb’den ayırmaya çalışan Shu’yu görebiliriz. Peki Shu bunu neden yapıyor? Shu gerçekten âşıkları ayırmaktan sinsice zevk alan bir merhametsiz miydi? Mitolojiye göre Shu’nun merhametsiz olduğunu söylemek zor. Hatta Shu’nun âşıkları ayırması teleolojik bir temelde oldukça gerekli. Zira yeryüzünde canlılığın ve hayatın başlaması için Geb ve Nut’un ayrılması şart. Yani burada bir sine qua non durumu söz konusu (bilmeyenler için sine qua non, “olmazsa olmaz”, “gerekli şart” anlamlarına gelen Latince bir deyiştir. Genellikle bir başka Fransızca deyiş olan raison d’être ile karıştırılsa ve birbiri yerine kullanılsa da raison d’être, bir şeyin var olma amacı anlamındadır).

Yeryüzü, gökyüzü ile sıkı sıkıya bağlıyken aralarına ne hava ne de ışık girebiliyordu. Canlıların ortaya çıkabilmesi için ikisi arasına hava ve ışığın girmesi gerekiyordu. Dolayısıyla Shu, bu ulvi görevi gerçekleştirebilmek için Geb ve Nut’u birbirinden zorla da olsa ayırdı. Sonra ne mi oldu? Geb ve Nut’un Antik Mısır mitolojisinde hikâyeleri bolca aşk, entrika, hırs, kıskançlık ve vahşet temalarıyla bezeli sembolizmle anlatılan nur topu gibi tanrı ve tanrıça çocukları doğdu: Osiris, Yaşlı Horus, Seth, İsis ve Nephthys.

Çocuklarının doğumundan sonra gökyüzü tanrıçası Nut’un yeni görevi kendi çocuklarını yemekti (!). Geb’in de Nut’tan geri kalır bir yanı yoktu. O da kendi çocuklarını yutuyordu (!). Burada da yine Antik Mısır sembolizminin arşa çıktığını görüyoruz. Yazının başında bahsetmiş olduğum âşıkların ayrılma hikâyesinde hüzünlü bir aşk temasıyla bezenmiş sembolizmin, burada yerini vahşete bıraktığını görüyoruz; ancak dehşete kapılmaya gerek yok. Zira gökyüzü tanrıçası Nut’un çocuklarını yemesi,  ölen çocuklarının ruhunu göğe çekmesi anlamına gelirken yeryüzü tanrısı Geb’in çocuklarını yutması ise ölen çocuklarının cesetlerini içine alması ve kabul etmesi anlamına geliyor. Geb ve Nut’un bu görevleri, tıpkı Shu’nun âşıkları ayırma görevi gibi teleolojik temelde gerekliydi. Zira yeryüzündeki ölüm ve yeniden doğuş çevrimi bu şekilde mümkün bir hâle geliyordu.

Nut ve Geb’in çocuklarını yediği ya da yuttuğu sahneye yönelik herhangi bir Antik Mısır tasviri bulunmuyor. Bu sahneyi aşağı yukarı karşılayabilecek  bir tasviri Yunan mitolojisinde görüyoruz: Gök Baba Uranos ve Toprak Ana Gaia’nın (böylece Antik Mısır’daki yeryüzü tanrısı ve gökyüzü tanrıçası rollerinin Yunan mitolojisinde değiştiğini de görüyoruz) on iki çocuğundan biri olan Kronos’un kendi çocuğunu yerken tasvir edildiği sahne:

Peter Paul Rubens tarafından 17. yy'da resmedilen bir tasvir


Söz konusu görselde Kronos’un kendi çocuğunu yemesi açık bir şekilde tasvir edilmesine rağmen bu tasviri “ kendi çocuklarını yeme sahnesini aşağı yukarı karşılayabilecek bir tasvir” olarak nitelememin sebebi, yeme eyleminin ardındaki sebebin farklı olmasıdır. Zira Kronos kendi çocuklarından biri tarafından tahtından indirileceğinin kâhin tarafından kendisine bildirilmesi neticesinde bütün çocuklarını gözünü kırpmadan yemiştir. Ancak kehanet gerçekleşmiş ve Kronos, annesi tarafından gizlenen oğlu Zeus tarafından tahtından edilmiştir (Musa hikâyesiyle benzerliğine dikkat ediniz). Dolayısıyla Kronos’un çocuklarını yeme eylemi gerçekten de vahşi bir eylem olarak tanımlanabilir.

Kronos’tan söz etmişken Kronos’la isim benzerliğinden dolayı karıştırılan ve Yunan mitolojisinde “zamanın vücut bulmuş hâli, zaman tanrısı” olarak ifade edilen Khronos’a da değinmek isterim. Zira  İtalyan ressam Giovanni Francesco Romanelli’nin eserinde Khronos, çocuğunu yemese de derdest edip gökyüzüne götürürken resmedilmiştir.

Romanelli tarafından 17. yy'da yapılan eser (Warsaw Ulusal Müzesi)

Khronos’un bu tasviri, gökyüzü tanrıçası Nut’un çocuklarını yeme sembolizmine ve ardındaki anlama çok daha yakın. Zira zaman tanrısı olarak Khronos da tıpkı Nut gibi, zamanı dolan çocuklarını yeryüzünden çekip gökyüzüne taşıyor. Peki bu size neyi hatırlattı?

5 Haziran 2023 Pazartesi

Antik Mısır’ın Rahat Uyuyamayan Ölüleri

Antik Mısır’da ölümden sonra huzurlu bir hayatı garanti altına almak için ölüler kitabı hazırlanırdı. Ölüler kitabı denilince aklınıza sayfalardan oluşan bir kitap gelmemeli. Zira birtakım büyülü sözler ve isimler, metrelerce uzunluktaki papirüslere yazılır, daha sonra bu papirüsler rulo hâline getirilerek ölüler kitabı oluşturulurdu. Ölüler kitabının içine ruhun, ölümden sonra karşılaşacağı testlerden ve yargılamalardan başarıyla geçebilmesi için bilmesi gereken dualar ve isimler yazılırdı. Böylece ölüyle birlikte gömülen ölüler kitabındaki yazılı bilgiler sayesinde ölünün bu aşamalardan başarıyla geçeceğine inanılırdı.

Ölüler kitabına sahip olmak Antik Mısırlılar için son derece önemliydi. Zira Antik Mısır’da ölüler kitabı olmadan ruhun huzura kavuşması mümkün görülmezdi. Bu nedenle oldukça pahalı olan bu kitaba kraliyet mensupları, üst düzey memurlar, rahipler ve katipler kolayca sahip olabilirken kitabı almaya gücü yetmeyenlerin bunun için bir hâyli çalışarak para biriktirmesi gerekiyordu. Tabii ölüler kitabının kalitesi de fiyatına göre değişiyordu. Satın alma gücü yüksek olanlar, birinci kalite papirüslere yazılmış ölüler kitabına sahip olabilirken satın alma gücü düşük olanlar, genellikle ikinci el papirüslere yazılarak hazırlanmış ölüler kitabına sahip olabiliyordu.

Hunefer'in Ölüler Kitabı'ndan bir sahne. M.Ö. 1275, 19. Hanedanlık, Thebes, Mısır. British Museum'da sergilenmektedir

Yukarıdaki görsel, bir kraliyet kâtibi ve 1. Seti’nin baş idare memuru, dolayısıyla satın alma gücü yüksek bir Antik Mısırlı olan Hunefer’in, şu an British Museum’da sergilenen ölüler kitabından bir sahnedir. Bu sahnede en solda beyazlar içindeki Hunefer (yani onun biraz sonra yargılanacak ruhu) ile onu elinden tutup yargılama sahnesine getiren ve sol elinde bir Ankh taşıyan Anubis yer alıyor. Anubis, Hunefer’i birazdan kalbinin yargılanacağı hassas tartıya götürüyor. Hunefer’in kalbi bu tartıda bir tüy ile (tanrıça Maat’in tüyü) tartılıyor. Tartı sırasında Anubis’i bir gözlemci olarak, yazmanların tanrısı Thoth’u ise tüm bunları kayıt altına alırken görüyoruz. Eğer Hunefer’in kalbi Maat’ın tüyünden hafif gelirse (ki öyle görünüyor) ya da dengede olursa ruhu bu aşamayı geçip huzura kavuşacak. Aksine, Hunefer’in kalbinin tüyden ağır gelmesi durumunda ise yaşarken iyi bir insan olarak yaşamadığı ve kalbini ağırlaştırdığı anlaşılarak ruhu, orada hazır bir şekilde bekleyen timsah, aslan ve hipopotam karışımı Ammut’a yem olup sonsuza dek yok olacak. Hunefer’in bu aşamayı başarılı bir şekilde geçtiğini ve Horus tarafından yeraltı tanrısı Osiris’e takdim edildiğini görüyoruz. Osiris ise arkasındaki kız kardeşleri tanrıça İsis ve Nepthys ile birlikte, iyi bir ruha sahip olduğu anlaşılan Hunefer’in ruhunu kabul edip huzura ve ölümsüzlüğe kavuşturuyor.

Ölümden sonraki bu zorlu yollardan-iyi bir insan olsa bile-ölüler kitabı olmadan geçemeyeceği düşünülen bir Antik Mısırlının ruhu, ne yazık ki ölüler kitabına sahip olsa dahi huzura kavuşamayabiliyor. Zira ölümünden binlerce yıl sonra mezarından çıkarılan Antik Mısır mumyaları gün geçtikçe artıyor. Örneğin Napolyon’un Mısır işgali sonrasında akın akın Mısır’a gelen Avrupalılar için mumyalar tam anlamıyla bir tüketim nesnesi hâline gelmiş durumdaydı. O dönemde Avrupalılar-özellikle Veblen’in “aylak sınıf” diye tanımladığı kesim- Mısırlı sokak satıcılarından satın aldıkları mumyaları evlerine götürüp evlerinde “mumya soyma partileri(!)” düzenliyorlardı. Mumyanın tümünü satın almaya gücü yetmeyenlere ise birtakım kolaylıklar (!) sağlanabiliyordu. Bu kişiler mumyanın tamamını alamıyorsa kolunu, bacağını ya da kafasını satın alabiliyorlardı.

 

Mumya satan Mısırlı bir sokak satıcısı, 1865, Mısır

Mumya soyma partilerinde yeterince huzursuz edildikleri yetmiyormuş gibi Sanayi devrimiyle birlikte pek çok insan ve hayvan mumyası gemilerle Britanya’dan Almanya’ya taşınarak burada ilaç, boya, gübre, sargı bezi ve kağıt üretiminde ham madde (!) olarak kullanıldı. Mumyalar o dönemde o kadar tüketilmişlerdi ve o kadar talep görmüşlerdi ki artan talep karşısında “sahte mumyalar” bile üretilip satılmaya başlanmıştı. Suçluların, yaşlıların ve fakirlerin çöle gömülen cesetleri ziftle sıvanıp bir süre güneşin altında bekletildikten sonra sahte mumyalara dönüştürülerek pazarlanıyordu.

Kraliyet mumyaları için de durumun pek iç açıcı olduğu söylenemez. Örneğin 2. Ramses’in mumyası ölümünden binlerce yıl sonra mantar büyümesi tehdidi gerekçesiyle cesedin tamamen çürümesini engellemek amacıyla Fransız bilim adamları tarafından Fransa’ya götürüldü. Öte yandan Fransız yasaları, ülkeye giriş yapacak ölü ya da diri herkesin bir pasaporta sahip olmasını şart koşmuştu. Bu nedenle Büyük Ramses’e ölümünden binlerce yıl sonra Mısır hükümeti tarafından bir pasaport çıkartılmış ve Ramses’in mumyası Fransa’ya ancak bu şekilde nakledilebilmişti. Yani Ramses, ölümünden sonra dahi bürokratik işlerle uğraşmak zorunda (!) bırakılmıştı. Bu arada internette konuya yönelik olarak 2. Ramses’in pasaportu olduğu söylenen bir pasaport görseliyle karşılaşırsanız, bu pasaportun gerçeği yansıtmadığını göz önünde bulundurmanızı tavsiye ederim. Zira 2. Ramses’in yukarıda belirttiğim nedenle pasaportu ölümünden 3000 yıl sonra gerçekten de çıkarılmış olmakla birlikte ilgili pasaport kamuyla hiçbir zaman paylaşılmamıştır.

2. Ramses’e ait olduğu düşünülen pasaport görseli, bir sanatçı tarafından söz konusu durumu “temsilen” hazırlanmıştır.


Antik Mısırlılar, kraliyet mensubu ya da üst düzey olsun veya olmasın, ölümden sonraki hayata daha çok önem ve değer verirlerdi. Bu nedenle yaşadıkları dönemde çoğunlukla ölümden sonrası hayatlarında huzur bulmak için çalışırlardı. Ölüler kitabı satın alırlar, tanrı ve tanrıçaları memnun etmek için ellerinden geleni yaparlardı. Ölümlerinden sonra da huzurlarının bozulmaması ve rahatsız edilmemek için büyük bir çaba gösterirlerdi. Bedenlerini mumyalayarak yaşarken sahip oldukları görüntülerini bir nevi “dondururlardı”. Mumyalarına gelebilecek olası bir zararın, ölümlerinden sonraki hayatlarına da yansıyacağını düşünürlerdi. Bu nedenle mumyaların zarar görmemesi ve rahatsız edilmemesi onlar için oldukça önemliydi. Bu noktada mezar odalarını gizleyip koruyucu büyülerle bezerlerdi.

Acaba Antik Mısırlılar ölümlerinden binlerce yıl sonra mumyalarının yeryüzüne çıkarılıp huzurlarının bozulabileceğini hiç düşünmüşler miydi? Ya da mezarlarının yağmalanacağını? Sanırım bu konuda Antik Mısırlıların pek bir korkusu yoktu. Zira bilinenin aksine, Antik Mısır’daki mezar odalarında “her kim ki bu mezarda uyuyanı rahatsız eder…” tarzı cümlelerle başlayan lanetler bulunamamıştır (Evet, Kral Tut’un mezar odasında bile! Bu durum, medyanın birtakım propaganda faaliyetleri, yalan haberleri ve abartılı söylemleri sebebiyle ortaya çıkmıştır). Dolayısıyla Antik Mısırlıların-ölüler kitabına sahip olmak koşuluyla-ölümden sonraki hayat için umutlu ve iyimser oldukları düşünülebilir. Antik Mısırlıların dünya işlerinden nispeten uzak, ölümden sonraki hayata ise bu kadar odaklanmış olmaları, dünyanın ölüleri bile rahat bırakmayacak açgözlülükle dolu olduğunu fark etmemelerine ve mumyalarının binlerce yıl sonra yerlerinden edilip “huzurlu uykularından” uyandırılacağını öngörememelerine yol açmış gibi görünüyor. Siz ne dersiniz?

25 Mart 2023 Cumartesi

Tepetaklak Medusa'dan Dimdik Duran Medusa'ya Bir Yolculuk

Bugün İstanbul’un en önemli tarihi yapılarından biri olan 1500 yıllık Yerebatan Sarnıcı’nı gezme fırsatı buldum. Sarnıcı ziyaret etmeden önce sarnıçtaki en ilgi çekici sütunların Medusa’nın tepetaklak duran başının yer aldığı sütunlar olduğunu biliyordum. Sarnıcı gezerken de bu duruma bizzat şahit oldum. Zira ziyaretçi yoğunluğunun en fazla olduğu yer, söz konusu sütunların bulunduğu alandı. Ayrıca dileklerin gerçek olacağı umuduyla atılmış, sayamadığım kadar madenî para da Medusa’nın tepetaklak duran başının altında yığın oluşturmuş durumdaydı. Sarnıcın muhtelif yerlerinde sular altındaki madenî paraları görmeniz mümkün. Yine de madenî paraların en çok, Medusa’nın ters duran başının altında yığınlaştığını söyleyebilirim.

Yerebatan Sarnıcı'nda çektiğim baş aşağı Medusa'lı sütun fotoğraflarından biri

Acaba insanlar büyük bir haksızlığa ve zulme uğramış Medusa’nın şans getireceğine mi inanıyorlardı da madenî paralar en çok onun bulunduğu bölgede yoğunlaşmıştı? Oysaki Medusa’nın hiç de şanslı bir hayatı olmamıştı. Sahip olduğu muhteşem güzelliği, aynı zamanda onun sonu da olmuş, kendisine bakanı taşa çeviren bir canavara dönüşmesine yol açmıştı.

Güzelliği sebebiyle bütün kadınlar tarafından kıskanılan Medusa, iki kız kardeşi ile birlikte zekâ tanrıçası Athena’nın tapınaklarından birinde yaşamıştı. Athena, Medusa’nın güzelliğinden etkilenmiş olsa da kendisini daha zeki ve güzel bulduğundan (Yunan tanrı ve tanrıçaları neden hep kibirli olmak zorunda?) onu kıskanmamıştı. Ta ki eşi Poseidon, Medusa’yı görüp ona aşık olana kadar. Poseidon Medusa’ya aşık olmakla kalmamış, bir gün Athena’nın tapınağında ona tecavüz etmişti. Bunu öğrenen Athena büyük bir öfke nöbeti geçirmiş, güzelliğinden başka bir suçu (!) olmayan zavallı Medusa’yı ve onun iki kız kardeşini birer gorgona (dişi canavarlar) çevirmişti. Bir gorgona dönüşen güzeller güzeli Medusa’nın yüzü artık bakılamayacak bir hâle gelmiş, her bir saç teli bir yılana dönüşmüştü. Fakat öfke nöbetleri dinmek bilmeyen Athena için bu yeterli olmamıştı. Medusa’ya bu hâliyle de olsa kimsenin bakmasına tahammül edemeyen Athena, Medusa’yı lanetlemiş ve bu lanet sonucunda ona bakan herkesin taşa dönüşmesine yol açmıştı. Athena’nın uçsuz bucaksız öfkesi yine de yatışmamıştı. Medusa’yı lanetlenmiş dişi bir canavara çevirmek ona yeterli gelmemişti. Bu sebeple üvey kardeşi Perseus’la iş birliği yapmış ve Perseus’tan Medusa’nın kafasını bedeninden ayırmasını istemişti. Tabii bunu yaparken Perseus’un da taşa dönüşme ihtimali vardı. Bunun için Athena, Perseus’a bir ayna vermişti. Perseus, ayna sayesinde  Medusa’nun başını bedeninden ayırabilmişti. Zira aynada kendisini gören Medusa, kendi lanetinden etkilenmiş ve tam taşa dönüşürken Perseus, Medusa’nın başını bedeninden ayırabilmişti (başka bir anlatıma göre Medusa, Perseus’un kılıcında kendisini görüp taş kesilmiştir). İşte Yerebatan Sarnıcı’ndaki Medusa başlarının tepetaklak koyulmasının sebebi de Medusa sütunlarına bakanların taş kesilmemesi içindir.

Medusa’nın hiçbir suçu günahı yokken her zaman kötü bir karakter olarak anılmasına ve Yerebatan Sarnıcı’nda olduğu gibi tepetaklak konumlandırılmasına içerlemiş biri olarak (evet mitolojik bir karakter de olsa içerliyorum, ne yapayım?!=)) İtalyan sanatçı Luciano Garbati’nin Medusa heykelini görünce içime su serpilmedi değil hani=) Garbati de bu duruma içerlemiş olacak ki tıpkı Yerebatan’daki Medusa heykellerinin baş aşağı durması gibi mitolojik hikâyeyi baş aşağı ederek Medusa’yı “Perseus başlı Medusa” heykeliyle tasvir etmiş. Garbati’nin tasvirinde Medusa intikam dolu bakışlarıyla oldukça görkemli bir şekilde dimdik dururken elinde Perseus’un kafasını tutmakta. Haksızlığa ve zulme uğramış, tepetaklak edilmiş Medusa, sonunda intikamını almış gibi duruyor. Ne dersiniz?

24 Ocak 2023 Salı

Kral Tut'un Mezar Odasına Dair

 

Dokuz yaşında tahta çıkmış, 18 yaşında nedeni henüz belirlenememiş bir sebepten dolayı vefat etmiş genç Kral Tutankhamon… Aslında ona, Güneş’i tek tanrı olarak gördüğü ve diğer bütün tanrıları yok saydığı için Mısırlı rahipler tarafından “deli” damgası vurulan ve politeizmin baskın olduğu bir medeniyette tek tanrıcılığı ilk savunan olduğu için antik dünyanın dini reformcusu olarak bilinen Akhenaton tarafından “Aten (Aton)’in yaşayan görüntüsü” anlamına gelen Tutankhaten adı verilmişti. Akhenaton’un ölümünden sonra idareyi yine ele geçiren Mısırlı rahipler, Tutankhaten’in adını “Amon’un yaşayan görüntüsü” anlamına gelen Tutankhamon olarak değiştirmekte gecikmediler. Ve böylece Tutankhamon, babası Akhenaton’un ölümünden sonra henüz daha dokuz yaşındayken tahta çıktı. Dünya genelinde daha çok “Kral Tut” kısaltmasıyla anılan Tutankhamon’un hüküm (!) süresi çok da uzun olmayacaktı. Henüz 18 yaşındayken nedeni hâlâ belirlenememiş olan bir sebepten öldüğünde, binlerce yıl sonra dünyanın en popüler Mısır kralı olacağını nereden bilecekti ki?

Kral Tut’un dünya genelindeki popülerliğinin sebebi, muhteşem yönetim ve liderlik gücü ya da başarısı değildi tabii ki (bu, Ramses II’ye has bir özellik). Daha dokuz yaşında olan ve öldüğünde de zaten hâlâ bir çocuk olan Tut’un yönetim başarısından söz etmek pek de mümkün değil. Zaten arka planda veziri Ay, Tut yerine ülkeyi yönetmekle meşguldü. Tut’un popülerliğinin asıl sebebi, 1922 yılında arkeolog Howard Carter tarafından keşfedilen mezarında bulunan muhteşem hazinelerdir. Mezar keşfedildiğinde mezar odasına açılan kapıdaki mührün kırılmamış olması ve içindeki hazinelerin muhteşemliği sebebiyle mezarın daha önceden hırsızların istilasına uğramadan o güne kadar el değmemiş bir şekilde korunduğu düşünülmüştü. Fakat yapılan detaylı incelemeler sonucunda Tut’un defnedilmesinden hemen sonra mezarın iki kez hırsızların istilasına uğradığı anlaşıldı. Buna rağmen mezar, 1922 yılında keşfedildiğinde tüm görkemiyle sanki hiç dokunulmamış gibi duruyordu.

Kral Tut’un daha 20’sine bile varamadan ani bir şekilde ölmesi, bir kaosa yol açmıştı. Zira ölümü beklenen bir şey değildi. Bu nedenle günümüzde  KV23 olarak bilinen mezarı henüz onu karşılamaya hazır değildi; çünkü daha tamamlanmamıştı. Dolayısıyla Tut, büyük ihtimalle vezir Ay ya da selefi Semenkhare için hazırlanmış olan ve günümüzde KV62 olarak bilinen başka bir mezara defnedilmek zorunda kalmıştı.

Kraliyet ailesine mensup kişilerin mezarlarının aksine bu mezar, normalde Tut için hazırlanmış olmadığı için daha küçüktü. Dört küçük odadan oluşuyordu ve bu odalardan sadece birinin duvarları resimlerle bezenmişti. Mezarının küçüklüğüne rağmen Kral Tut, ölümden sonrası için ihtiyaç duyacağı her şeyiyle birlikte gömülmüştü (örn. mobilyalar, yiyecek, içeçek, kıyafet, müzik aletleri, yazı araç ve gereçleri, oyunlar ve silahlar gibi). Bu nedenle mezarı, muhteşem bir hazine barındırıyordu. İç içe geçmiş dört lahitten oluşan lahdinin en içtekinde Tut’un meşhur altın maskesi bulunuyordu.

Tut’un mezarı alelacele hazırlandığı için özensiz resimler barındırıyordu.



Yukarıdaki görsel, mezar odasının kuzeye bakan duvarında Tut’un ölüm sonrası hayata geçişiyle ilgili üç sahnenin resmedildiği duvar görselidir. Görselin en solundaki sahnede Tut ve arkasındaki ruhu (Ka’sı), tanrı Osiris’i kucaklarken gösterilir. Ortadaki sahnede tanrıça Nut, genç Tut’u selamlarken gösterilir. En sağdaki sahne ise Tut ve veziri Ay’ı, Antik Mısır’da ölümden sonraki hayata geçişte önemli bir seramoni olan ağız açma ritüeline katılırken gösterir.



Yukarıdaki görsel ise mezar duvarının batı yakasında yer alır. Görseldeki 12 babun, Tut’un ölümden sonraki hayata ulaşmadan önce geçmesi gereken 12 gece saatini temsil eder. Babun, Antik Mısır’da Ay tanrısı Thoth’un da gösterim biçimlerinden biri olduğundan görseldeki babunların aynı zamanda tanrı Thoth’u da simgelediği söylenebilir.



Yukarıdaki görsel ise mezarın doğu yakasındaki duvarda yer alan sahneye ilişkindir. Bu görselde ise Mısır’ın üst düzey memurları tarafından Tut’un mumyasının mezar odasına taşınma sahnesi gösterilir.

Yukarıdaki görseller dikkatlice incelendiğinde nokta hâlinde kahverengi lekeler görülebilir. Bu lekelerin Mısır’daki diğer kraliyet ailesine mensup kişilerin mezarlarında görülmeyip sadece Tut’un mezarında görülmesi, arkeologlar tarafından mezarın alelacele yapıldığına bir işaret olarak düşünüldü. Zira Tut’un ani ölümünden sonra boş kalan tahtta vezir Ay ve komutan Horemheb’in gözü vardı. Horemheb’in o dönemde Hititlerle savaşta olmasını fırsat bilen vezir Ay, bir an önce Tut’un cenaze seramonisini bitirip mezarı kapatmanın derdindeydi; çünkü ancak böylece taç giyip tahtta oturabilecekti. Bu nedenle mezar duvarlarındaki görseller ucuz boyalarla, özensizce resmedilmiş ve henüz kurumadan mezar kapatılmıştı. Bu durum bakterilerin üremesine yol açarak resimler üzerinde kahverengi lekelerin oluşmasına sebep olmuştu.



Yukarıdaki görsel, Mısır’da yeni krallik döneminin ikinci firavunu olan Seti’nin mezar duvarlarını gösterir. Seti’nin mezarı, en detaylı ve özenli duvar resimleri barındıran mezarlardan biridir. Bu görseli, Tut’un mezarındaki görsellerle karşılaştırma yapmanız ve aradaki detay ve özen farkını anlayabilmeniz için verdim. Tut’un mezar görsellerine yeniden bakacak olursanız, kahverengi lekelerin yanı sıra görsellerdeki büyüklük ve detaysızlık, mezardaki çizimlerin özensizce yapıldığının bir diğer işareti olarak değerlendirilebilir. İşte tüm bunlar Tut’un ölümünün gerçekten de beklenmedik bir olay olduğunu ve bu sebeple Mısırlılar için son derece önemli olan cenaze seramonisi için (mezarın hazır olmaması, çizimlerin tamamlanmamış olması vb.) bir kaos yaşandığını gösterir niteliktedir.

Bu arada Tut’un mezarında günümüzdeki yaygın inanışın aksine “bu mezarı açanın peşini lanet bırakmasın!” vb. herhangi bir lanete rastlanmamıştır. Lanet hikâyesi, o dönemde bölgeye turist çekmek için medya tarafından “uydurulmuş” bir tür basın ajanslığından ibarettir.

Tut’un mezarına gitmek isteyip de bir türlü yolu Mısır’a düşememiş olanlar için şu sıralar İstanbul’da Tut’un hazineleri sergileniyor. Tabii ki sergide  gerçek hazineler değil, hazinelerin birebir replikaları yer alıyor. Gerçek hazineler olmasa da replikaların oldukça başarılı olduğu söyleniyor. Ayrıca mezar odasındaki duvar çizimleri ve mezarın keşfedilme sahnesinin canlandırılması, sergiyi daha ilgi çekici bir hâle getiriyor. Bir hafta sonra umarım sergiyi ziyaret etme şansım olacak. Tut’un altın maskesini, Tut’u koruyan Anubis heykelini ve duvar resimlerini replika da olsa görmek heyecan verici. Replikaları görmek için bu kadar heyecanlanıyorken Mısır’a gittiğim zamanki ruh hâlim nasıl olacak çok merak ediyorum. Acaba Howard Carter beş yıl boyunca zor şartlar altında yaptığı kazı çalışmaları sonucunda tam da tüm umutları tükenmişken Tut’un mezarını keşfetttiğinde ve mezara girdiğinde nasıl bir ruh hâli içindeydi?