9 Haziran 2025 Pazartesi

Ereğli’nin Yumurta Kayalarının Hikâyesi: Alora ve Golian’ın Aşkı

 Alora bir Nimphe idi. Yani bir su perisi. Nimphe ırkının tüm özelliklerinin kusursuz bir temsilcisiydi. Sesi tıpkı bir ninni gibi rahatlatıcı ve melodik, gözleri okyanus resiflerindeki mavi mercanın renginden, suyun ruhuna göre şekil alan upuzun altın sarısı saçları kimi zaman dalgalı, kimi zaman sakin, ama her zaman capcanlı, teni ise yakamozun ışıltısıyla yıkanmış parlaklıkta ışıl ışıl…

Alora’yı diğer Nimphelerden ayıran bir biricikliği vardı. O da alnında bulunan küçük bir denizyıldızıydı. Alora, Nimphelerin Adamans soyundan geliyordu. Bu kadim soy, mutluluk ve temiz duygularla beslenirdi. Kötü niyet ve duygular onlar için ölümcül olabiliyordu. Sadece saf ve temiz duygularla bürünmüş olmaları sebebiyle Adamanslar, denizyıldızlarını taşımakla görevlendirilmişti. Bu denizyıldızlarının beş kolunun her birinde suya, toprağa, havaya, ateşe ve aethere hükmedecek kadim bilgiler yazılıydı. Denizyıldınızın tam ortasında ise bir elmas bulunurdu. Bu elmas ona temiz duygularla bakana mutluluk verir, onu ele geçirmek için ona açgözlü duygularla dokunanı ise taşa çevirirdi. Alora, Adamans soyundan geriye kalan nadir su perilerinden biriydi. Çoğu, alınlarında taşıdıkları denizyıldızları sebebiyle kötü niyetli avcılar tarafından ele geçirilmiş ve öldürülmüştü.

Bir gün Golian, Karadeniz’in kıyılarındaki küçük bir koyda dolaşırken onu derinden etkileyen bir ninni sesi işitti. Sesin kaynağını bulmaya çalıştı fakat bu ses sanki hem çok yakınında hem de çok uzaklarda gibiydi. Golian ne kadar çabalarsa çabalasın, sesin kaynağını bir türlü bulamadı. Ses de Golian’ı fark etmiş gibi bir anda kesilmişti. Golian kıyıda sesi tekrar duyabilmek umuduyla uzunca bir süre beklese de o gün sesi bir daha duyamadı.

Ertesi gün Karadeniz’in kıyısındaki aynı koya sesi duyabilmek için tekrar gitti. Bu sefer su hırçındı. Karadeniz’in hırçın dalgaları tüm kıyıyı boydan boya yıkıyordu. Bu hırçın dalgalar aciz bir insanoğlu olarak Golian’ı her dem büyülemişti. Ama o gün onu daha da büyülendiren, Karadeniz’in hırçın dalgalarının ahengiyle yükselip alçalan ninni sesiydi. Golian, hırçın dalgalar tarafından yutulmak pahasına da olsa ninninin kaynağını bulmaya kararlıydı. Bu yüzden hırçın Karadeniz’e adımını attı, bir adım daha, bir adım daha… O, adım attıkça ninni sesi sanki daha da yakınlaşıyor ama bir o kadar da uzaklaşıyordu. Bu, Golian’ı pes ettirmemişti.  Taa ki hırçın bir dalga onu yutana kadar.

Golian gözlerini açtığında ilk gördüğü tüm bulanıklık içinde ışıl ışıl parlayan bir taştı. Görüşü yavaş yavaş netleşmeye başladığında taşı çevreleyen beş koldan oluşan bir denizyıldızı, denizyıldızını sanki hem gözcüsü hem de taşıyıcısı masmavi bir çift muhteşem göz, yılanyıldızının kolları misali hareketli dalgalı upuzun sarı saçları ve ışıltılı teniyle Alora’yı gördü. O anda büyüleyici sesin ona ait olduğunu anlamıştı. Alora onu Karadeniz’in hırçın dalgaları arasında boğulmak üzereyken kurtarmıştı.

Günler geçtikçe Golian ve Alora arasında büyük bir aşk başladı. Her gün Karadeniz’in Ereğli kıyılarındaki güzel koyda buluşuyorlardı. Golian’ın suda geçirebileceği süre zarfında birlikte yüzüyorlar, Alora’nın karada geçirebileceği süre zarfında ise karada vakit geçiriyorlardı. Golian, Alora’nın yüzündeki elmasa baktıkça mutluluğu katlanıyordu. Çünkü Alora’ya duyduğu aşk tertemizdi. Fakat bu temiz duyguları kirletmeye kararlı kötü niyetli bir grup çoktandır hain planlarını yapmakla meşguldüler. Bunu henüz ne Golian ne de Alora biliyordu. Onlar sadece tertemiz duygular içinde birbirlerine âşık olmuş bir su perisi ile insan oğluydu…

Alora ve Golian belki böyle görünüyorlardı. Belki de çok farklıydılar. Kim bilir...

Yine bir gün Golian ile Alora Ereğli kıyısındaki koyda buluşmuşlardı. Alora Golian’a sakin bir ninni söylüyordu. Zira o gün su da son derece dingindi. Bu sırada tüm bu sakinliği tıpkı bir mızrakla parçalarmışçasına bozan o olay oldu. Kötü niyetli grup Golian’ı uzunca bir süredir takip ediyordu. Amaçları Alora’nın alnında taşıdığı denizyıldızını ve yıldızın ortasındaki elması ele geçirmekti. Bunun için Alora’nın korunaksız olduğu ve gardını indirdiği bir zamanı kolluyorlardı. Alora, aşkı Golian’a ninni söylerken sadece onun mutluluğunu düşünüyordu. Kendini Golian’a teslim ediyordu. Bu nedenle gardını indiriyordu. İşte kötü niyetli bu grup için bundan daha iyi bir zaman olamazdı.

Alora’nın alnındaki denizyıldızını ele geçirmek için onun üzerine genişçe bir ağ attılar. Golian aşkını ağdan kurtarmak için ne kadar çabaladıysa da başarılı olamadı. Alora ağın içinde hapsolmuştu. Bu sırada kötü niyetli grup Golian’ı hedef almış, onu ağır bir şekilde yaralayarak kıyıya sürüklemişti. Alora’yı da ağla birlikte kıyıya sürüklediler. Golian baygın bir şekilde Ereğli kıyılarında yatıyordu. Alora Golian’ı hareketsiz bir şekilde yatar vaziyette görünce derin bir mutsuzluğa kapıldı. Bu, onun da yavaş yavaş ölmesi anlamına geliyordu.

İyice gardı düşen Alora’nın alnından denizyıldızını söküp almak, kötü niyetli grup için hiç de zor olmadı. Kötü niyetli grup, denizyıldızının tam ortasındaki elmas karşısında büyülenmişti. Her biri, denizyıldızının ortasından elması çekip çıkarmak için büyük bir iştahla elmasa dokundu. Elmasa dokunmalarıyla her biri kocaman yusyuvarlak dev bir yumurtaya benzer birer taşa dönüştü.

Bu sırada Golian zor da olsa gözünü aralayabilmişti. Biraz daha zorlayarak kalkabilmeyi başardı. Etrafındaki devasa yumurta şekilli kayaları görünce bir anda büyük bir şaşkınlığa uğradı. Bu şaşkınlığı kısa bir süre sonra yerini derin bir endişe ve üzüntüye bıraktı. Çünkü Alora, hemen yanında hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Alora’nın teninin ışıltısı kaybolmuş, alnının ortasındaki denizyıldızının olduğu yerde ise derin bir çukur oluşmuştu. Golian ne yapacağını bilemez bir hâlde aşkının ışıltısı kaybolmuş solgun yüzünü ellerinin arasına aldı. Derin bir umutsuzluk içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Alora’ya duyduğu saf ve temiz duygularından damlayarak akan gözyaşları önce Ereğli kıyısının kumlarına oradan da Karadeniz’in suyuna karıştı. Biraz sonra Karadeniz’den yükselen başka bir ninni duydu. Bu ninni Alora’nın ona söylediği ninniler gibi melodikti. Bu ninni, Golian’a sesleniyordu.

“Aşkın için fedakârlık yapmaya hazır mısın?”

Golian şaşırmış ama büyülenmiş bir şekilde karşılık verdi:

“Ee evet. Ne yapmam gerekiyorsa hazırım.”

Ninni devam etti:

“O hâlde onu Karadeniz’e getir ve onunla birlikte bir daha karaya çıkmamacasına Karadeniz’in derinliklerine karışın.”

Golian ninninin söylediğini yaptı. Alora’yı kucağına aldı ve onunla birlikte Karadeniz’in derinliklerine karıştı.

Golian’ın Alora’yla birlikte Ereğli kıyılarından Karadeniz’in derinliklerine karışmasından bu yana Ereğli kıyılarına giden kalbi temiz insanların melodik sesli bir kadın ile ona eşlik eden bir erkek sesi tarafından söylenen bir ninniyi işittikleri rivayet edilir. Bu ninninin yuvarlak dev taşlara yani yumurta kayalara yakınlaştıkça daha da yükseldiği söylenir.

.........................

Yukarıdaki hikâye Zonguldak’ın önemli bir jeomirası olan yumurta kayalarla ilgili yazmış olduğum mitolojik bir hikâyedir. Yani bir mitopyadır. Neden yumurta kayalarla ilgili bir mitopya yazmak istedim? Çünkü bu aralar jeomitolojiye ilgiliyim ve fosillerin bilimsel olarak henüz açıklanmadığı zamanlarda insanların bu jeolojik buluntuları anlamlandırmak için ürettikleri yaratıcı hikâyeleri yani mitopyaları okudukça hayran kalmamak elde değil. Ayrıca yumurta kayalarımızla ilgili bir mitopya binlerce yıldır henüz üretilmemiş. Bu yüzden bu hikâyeyi yazmak 2025 yılında bana kaldı=)

Jeolojik buluntular yani fosillerle ilgili üretilmiş tüm mitolojik hikâyeler ve mitolojik hikâye üretme işi (mitopya), jeomitolojinin ilgi alanı olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin Jura Devri (Mesozoyik dönem yani günümüzde 213 milyon yıl öncesi) midyesi olan Gryphaea’nın bilimsel olarak henüz açığa çıkarılmadığı dönemlerde halk tarafından “Şeytan toynağı” olarak isimlendirilmesi, denizanası fosillerinin fırtına sırasında gökten şimşekle düşmüş taşlar olduğuna inanılması hatta yılanlar bu topa benzer fosilleri havada hoplatırken mendille bu topları yakalayabilenlerin büyük bir büyü gücü elde edebileceğine inanılması, jeomitolojinin ilgilendiği mitopyalardır.

Gryphaea fosili, namıdiğer Şeytan toynağı

 
Denizanası fosili, namıdiğer büyülü taşlar

Denizanası fosilini yani büyülü taşı mendille yakalamaya çalışan adamı resmeden 1491 tarihli ağaç baskı

Soyu tükenmiş mürekkepbalığı benzeri hayvanların iç kabukları olan belemnit fosillerinin de şiddetli fırtınalarda öfkeli tanrılar tarafından gökten yeryüzüne fırlatılmış oklar olduğuna inanılması, bir diğer mitopya örneğidir.

Belemnit fosili, yani öfkeli tanrıların okları

Yumurta kayalarla ilgili yazdığım mitopyama dönecek olursak, Zonguldak-Ereğli yolundaki yumurta kayalara bir gün yolunuz düşerse bu kayalara yaklaşın. Belki kalbiniz yeterince temizse Alora ve Golian’ın ninnisini siz de işitebilirsiniz. Kim bilir…=)

8 Eylül 2024 Pazar

ADIMIZ KOKMASIN!

 Antik Mısır cenaze törenlerinde bok böceklerinin önemli bir rolü vardı. Bunun sebebi, Antik Mısır’da bok böceklerinin “yeniden doğuşu” simgelemesiydi. “Bir bok böceği yeniden doğuşu nasıl simgeleyebilir ki?” diye soruyorsanız eğer bu sorunun cevabını bok böceklerinin üreme şeklinde aramanız gerekir. Zira yumurtalarını dışkıdan yaptıkları iri bir kürenin içine aşılayan bok böcekleri, bu küreyi başları hep doğuya dönük olarak arka ayaklarıyla yuvasına itip gömer, yavruları belirmeye başladığında ise gömdüğü küreyi topraktan çıkarıp suya götürür. Böylece küre suda erimeye başlar ve yavrular ortaya çıkar. Antik Mısır’da bok böceklerinin kutsal sayılması ve yeniden doğuşu simgelemesi işte tam olarak bu böceklerin dışkıdan yaptıkları küre ve küreye aşıladıkları “canlılık” (yani yavruları) ile ilgilidir. Yaptıkları küre şekli ve küreye aşıladıkları canlılık ile Güneş tanrısı Ra ile de özdeşleştirilen kutsal bok böceği, Antik Mısır’da genç güneş tanrısı Khepri olarak anılmış ve “doğmakta olan” anlamına gelen “scarabeus” olarak isimlendirilmiştir (bir not: yazının başlığı olan “adımız kokmasın” cümlesinin “bok” böceğinden değil, başka bir hayvandan kaynaklandığını görmek için okumaya devam etmeniz gerekiyor=))

Güneşin her gece öldüğü ve her sabah bir “bok böceği” yani bir “scarabeus” olarak yeniden doğduğu düşünüldüğünden bok böceklerine antik Mısır’da önemli “yenilenme” güçleri atfedilmiştir. Ölen kişinin de bu yenilenme güçlerinden yararlanabilmesi ve böylece öbür dünyada yeniden doğabilmesi için scarabeus tılsımları (scarablar) cenaze törenlerinde sıklıkla kullanılmıştır. Bok böceği şeklindeki bu “scarablar” mezarların muhtelif yerlerine ve özellikle ölen kişinin kalbinin üstüne yerleştirilirdi. Zira ölen kişinin kalbi, çakal başlı tanrı Anubis tarafından kırk iki yargıç tanrının bulunduğu mahkemenin huzurunda adalet terazisinde bir tüyle tartılacak ve kalp tüyden ağır gelirse timsah tanrı Sobek (bazı kaynaklarda yılan tanrı Apep) tarafından yutulup sonsuza kadar yok olacaktı. Bu sebeple ölen kişinin kalbinin “kişinin aleyhine tanıklık etmemesi”, Sobek veya Apep tarafından yutulup tamamen yok olmaması için  çok önemliydi. İşte ölen kişinin kalbinin üstüne yerleştirilen bu scarablar, kalbin aleyhte tanıklık etmemesi için birtakım büyülü sözler içeriyordu.

Bu yazının çıkış noktası da söz konusu büyülü sözlerde kullanılan bir “belirtme sıfatıdır” (determinative) aslında. Antik Mısır hiyerogliflerinde cümlede bahsi geçen kişiyi, olayı, nesneyi, fiili vb. şeyleri tanımlamak için ismin sonunda belirtme sıfatları kullanılırdı. Bu belirtme sıfatları göz, kadın figürü, erkek figürü, papirüs rulosu, yürüyen bacaklar, çizgiler vb. pek çok sembolden oluşmaktadır. Benim ilgimi çeken ve beni bu yazıyı yazmaya sevk eden ise bir scarabda geçen cümlede belirtme sıfatı olarak kullanılan özellikle bir sembol oldu.

ölen kişinin kalbinin üstüne koyulan bir scarab tılsımı


Yukarıdaki görsel, koyu gri bir taş parçasından oyularak yapılmış bir scarab tılsımına aittir. Üzerinde ölen kişinin ölüler diyarına “güvenli bir şekilde geçişini” sağlamak için yazılan büyüler barındıran bu scarabdaki ilgimi şeken bölüm ise şu sözlerdir:

“…Ey benim kalbim! Bana karşı tanıklık etme! Yargı mahkemesinde terazinin bekçisinin önünde (Anubis’in adalet terazisinden bahsediyor) bana karşı düşmanlık gösterme! Çünkü sen benim içimdeki Ka’msın (Ka, antik Mısır’da canlılıkla ilişkilendirilen ruhtur). Gitmek için acele ettiğimiz güzel yere (öbür dünya) doğru git! “Adımız kokmasın!” Tanrıların huzurunda yalan söyleme!...”

Eveet, sizce antik Mısırlılar tırnak içinde kalın olarak gösterdiğim “Adımız kokmasın” cümlesinin sonunda sizce hangi belirtme sıfatını kullanmış olabilirler? Tabii ki “balık” sembolünü=) (yukarıdaki görselde işaretli olan kısma bakınız). Kişisel olarak balıkları sadece denizde yüzerlerken seven, kokusundan tiksinen ve balık yemeyen biri olarak antik Mısırlıların “kokmak” fiilini nitelemek için balık sembolünü tercih etme sebeplerini kesinlikle anlayabiliyorum=)

Peki antik Mısırlılar “adımız kokmasın” ile neyi kastetmiş olabilirler? Bu cümle, “mahkemede kırk iki yargıç tanrının huzurunda kalbim tartılırken benim için söyleyeceklerinle tanrıların ‘midesini bulandırma’, ‘onları iğrendirme’, yani ‘benden bir pislikmişim gibi bahsetme’ şeklinde yorumlanabilir=) Vee tüm bu anlamı bir balık sembolüyle verme fikri, bana gerçekten çok ilginç geldiğinden böyle bir yazı yazmak istedim. 

Günümüzde hayvana, insana, doğaya eziyet edip kalbini taşlaştıran insanların öte dünyada kalplerinin onlar aleyhinde tanıklık edip "adlarını kokutacaklarını", böylece Sobek tarafından yutulup sonsuza kadar yok olacaklarını düşünerek kendimi avutmaktan başka bir şey yapamıyorum... Yine de iyi bir dilekle yazıyı sonlandırmak isterim:

“Adımız kokmasın!” 🐟

30 Haziran 2024 Pazar

ATUM'UN GÖZYAŞLARI

 Mısır mitolojisi insanın yaratılışıyla ilgili iki hikâyeden bahseder. Söz konusu hikâyelerden biri olumsuz, diğeri ise olumlu bir hikâyedir. İki hikâyenin de ortak noktası, insanların yaratıcı güneş tanrısı Atum’un dökülen gözyaşlarından yaratılmasıdır. 

Yaratıcı güneş tanrısı Atum

Mısır dilinde “insanlar” ve “gözyaşı” kelimelerinin sesteş olmasının sebebi de budur. Atum’un gözyaşlarının dökülme sebebi itibarıyla hikâyelerden biri olumsuz, diğeri ise olumludur. İlk olarak 714 numaralı sanduka metinlerinde geçen olumsuz hikâyeden başlayalım [sanduka metinleri, defin malzemelerinin üzerine yazılan çeşitli büyülü ya da özlü sözlerdir, orta krallık dönemine kadar (M.Ö. 2050-M.Ö. 1650)  sanduka metinleri yazma geleneği sürdürülmüştür]:

Orta Krallık 12. Hanedanlık dönemine ait bir sanduka metni (M.Ö. 1985-M.Ö. 1795)


Yaratıcı güneş tanrısı Atum, çocukları Tefnut ve Shu’yu araması için kızı güneş gözü tanrıçasını görevlendirir. Shu, kendi çocukları olan ve birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış yeryüzü tanrısı Geb ve gökyüzü tanrıçası Nut’u ayıran hava tanrısıdır. Shu’nun hem kız kardeşi hem de eşi olan Tefnut ise nem, çiğ, sis ve yağmur tanrıçası olarak bilinmekle birlikte Tefnut’un Atum’un tükürüğünden yaratıldığı söylenir. Zira tükürme eylemi sırasında çıkan ses ve tefnut kelimesi düşünüldüğünde ikisi arasında benzerlik ilişkisi kurmak mümkündür. Dolayısıyla yazının başında ifade ettiğim gözyaşı ve insan kelimeleri arasındaki sesteşlik ile tükürme eylemi ve tefnut kelimesi arasındaki sesteşlik ele alındığında antik Mısırlıların kelimelerle oynamayı sevdikleri ifade edilebilir. 

İnsanın yaratılışıyla ilgili olumsuz hikâyeye dönelim. Atum’un Tefnut ve Shu’yu araması için görevlendirdiği güneş gözü tanrıçası farklı isimlerle de anılan bir tanrıçadır. Ra’nın gözü olarak da bilinen bu tanrıça bazı yerlerde aslan tanrıça Sekhmet veya inek tanrıça Hathor olarak da isimlendirilir (Burada Ra’nın gözünü Horus’un gözü ile karıştırmamak önemlidir. Zira Horus’un ezeli düşmanı Seti tarafından çıkarılan ve sonrasında Thoth tarafından iyileştirilen gözü çok farklı bir hikâyedir. Merak edenler konuya yönelik bu yazımı okuyabilirler). Yaratıcı güneş tanrısı Atum, kızı güneş gözü tanrıçası olmadığı zaman adeta kördür. Güneş gözü tanrıçasının yokluğunda Atum, yaratıcı sezgi ve önsezi gücünü geçici olarak yitirir. Bu durum Atum’u zayıflatır, Atum'un sağduyusunu yitirmesine sebep olur. Kızı güneş gözü tanrıçasının yokluğunda bir hâyli sıkılan ve kendini yapayalnız hisseden Atum kendine yeni bir güneş gözü edinir/yaratır. Kızı güneş gözü tanrıçası, döndüğünde yerini başkasının aldığını görünce büyük bir öfke nöbeti geçirir. Atum’a büyük bir öfke ve nefret duyar. Kendisine duyulan öfke karşısında üzülüp gözyaşı döken Atum’un gözyaşlarından insanlık oluşur. Dolayısıyla bu hikâyede insanlar öfke ve mutsuzluğun bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple insan, “mükemmel olmayan” bir üründür.

Tanrıça Sekhmet (güneş gözü tanrıçası)

Güneş gözü tanrıçası Atum’a duyduğu öfke sebebiyle adeta bir soykırım yapar ve insanlığı yok etmeye başlar. Öfkesi sebebiyle binlerce insanı adeta katleden güneş gözü tanrıçası öfkeli durumunda aslan tanrıça Sekhmet’tir. Öfkesi gözünü kör eden Sekhmet, Atum’u duyamaz. Bu sebeple Atum Sekhmet’i kandırmak için çölü biradan oluşan bir karışımla kırmızıya boyar. Zira Atum, kendi yarattığı insanlığın yok olmasını istemiyordur. Çöldeki bu kırmızılığı kana benzeten Sekhmet bunu içer ve sarhoş olur. Ayıldığında (uyandığında) ise artık öfkesi dinmiş, insanlara karşı barışçıl bir tanrıça olan Hathor’a dönüşmüştür. Atum ise bir süre sonra insanları yönetmekten sıkılır ve gökyüzü tanrıçası Nut’a kendisini cennete götürmesini ister. Atum artık yeryüzünden çekilmiştir. İnsanlığı terk etmiştir.

Atum’un yokluğunda yeryüzünü İsis, Osiris, Seth ve Horus idare eder. Fakat kaos tabii ki hâlâ bitmemiştir. Osiris’in kardeşi Seth tarafından bedeninin bin parçaya ayrılması, Horus’un yine amcası Seth tarafından gözünün oyulması ve daha nice çekişme, kaos, düşmanlık, entrika devam etmiştir. Tüm bunlar başka bir yazının konusu olsun ve biz insanlığın yaratılışı hikâyesine devam edelim.  

Kutsal dokuzlular (ennead) olarak ifade edilen tanrı/tanrıça grubu (bu görselden ennead'ın soy ağacını görmek mümkün)

İnsanlığın yaratılışıyla ilgili olumlu hikâye ise Bremner-Rhind papirüsünde geçer (söz konusu papirüste İsis ve Nepthys’ın şarkısı, karanlığın ve kaosun yılan tanrısı şeytani Apep’i yenmekle ilgili metinler ve ritüel metinleri yer alır). Hikâyenin bu versiyonunda yaratıcı güneş tanrısı Atum, çocukları Shu ve Tefnut’un dönüşünden duyduğu mutluluk sebebiyle gözyaşı döker ve doktüğü bu mutluluk gözyaşlarından insanlık oluşur. Dolayısıyla bu hikâyeye göre insanlık, mutluluk gözyaşlarının bir ürünüdür.

Mısır mitolojisine göre insanlar Atum’un gözyaşlarının bir ürünüdür. Bir versiyona göre mutsuzluğun bir ürünü olarak “kusurlu”, bir versiyona göre ise mutluluk gözyaşlarının bir ürünü. Bu noktada hangi versiyonu kabul edeceğiniz insanlığa ilişkin algınızla ilgili. Öte yandan insanlık tarihine bakıldığında insanların isyankâr, yağmacı, yıkıcı, kaotik, haksızlık yapan rolüne uygun olarak Atum’un mutsuzluk gözyaşlarının bir ürünü olduğunu düşünmek çok da zor olmayacaktır. Siz ne dersiniz?

23 Nisan 2024 Salı

RAMSES, ŞİMDİ SEN DE HERKES GİBİSİN: ANTİK DÖNEM FİLTRELERİ

 

Günümüzde estetik operasyonlar ve fotoğraf filtreleri gibi “hilelerle” artık herkes neredeyse parmak izleri hariç birbirine benzer oldu. Kişiye has özellikler yerini medya ve/veya tüketim toplumu tarafından empoze edilen “idealleştirilmiş” güzellik kriterlerine bıraktı. Günümüzdeki sözüm ona güzellik kriterlerine kendini kaptırıp kendi bedeninden memnuniyetsiz olanlar ise soluğu estetik operasyonlarda, üstüne bir de fotoğraf filtrelerinde alır oldu. Böylece kendi bedeninin bir “tüketicisi” hâline gelen birey (!) hem estetik operasyonlar hem de fotoğraf filtreleriyle üst üste “bozuma” uğrayan bedeniyle biricikliğinden gittikçe uzaklaştı ve “ifadesizler” çukuruna düştü. Ama konumuz bu değil!..

Aslında konumuz tam olarak bu değil dersem daha doğru olur. Zira bu yazımda “idealleştirilmiş güzellik algısının” antik Mısır döneminde de mevcut olduğundan bahsedeceğim. Tabii ki antik Mısırlıların dudak dolgusu, badem göz vb. estetik operasyonlar yaptırdığını söylemiyorum=) Bununla birlikte antik Mısırlıların “dolgun dudak”, “badem göz” ve “dar burun” gibi beden özelliklerini idealleştirdiklerini söylüyorum. Zira antik Mısır sanatından (duvar çizimleri ve heykeller) anlıyoruz ki insan figürleri çoğunlukla dolgun dudak, badem göz ve dar burun gibi dikkat çekici ve idealleştirilmiş fiziksel özelliklerle tasvir edilmiştir. Antik Mısır sanatı bu idealleştirilmiş güzellik standardını o kadar benimsemiştir ki bütün firavun heykelleri neredeyse birbirinin aynı ve “tekdüze” özellikler göstermiştir. Tıpkı günümüzün “ifadesizler” çukuruna düşenlerin tekdüzeliği gibi…

Antik Mısır tasvirlerinin tekdüze olmasının sebebi antik Mısırlıların idealleştirilmiş güzellik takıntısı mı yoksa sanatçıların tarzı mı tartışılır. Firavunların, düşmanlarına korku salmak ve gözdağı vermek için heykellerini kendi gerçek görüntülerine benzer değil de “güçlü kuvvetli” ve “fit” görünümlü olacak şekilde yaptırdıkları yönünde görüşler mevcuttur. Öte yandan firavun kaç yaşında olursa olsun onu yaşlı olarak değil de gençliğinin baharındaki hâliyle tasvir etmek de antik Mısır sanatında yaygındı. Bu sebeplerle antik Mısır tasvirleri ideal ve tekdüze görüntüyü yansıtacak şekilde yapılmış olabilir.

Antik Mısır sanatçılarının, insan tasvirleri için kullandıkları kılavuz ve ızgara sistemi de söz konusu tekdüzeliğin bir sebebi olabilir. Zira antik Mısır’ın iki boyutlu sanatında insan figürlerini düzenlemek için kullanılan kılavuz ve ızgara sisteminde kişinin gerçek boyu ve kilosunun bir önemi olmaksızın herkesin kapladığı alan aynıydı.


Antik Mısır sanatında kullanılan ızgara sistemi. 18.-25. Hanedanlık dönemlerinde ayak tabanından saç çizgisine kadar 18 parça kullanılırken 25. Hanedanlıktan sonra 21 parçadan oluşan yeni bir ızgara sistemi geliştirilmiştir.

Buna ek olarak iki boyutlu sanatın bir ürünü olan “perspektif görünüm” de antik Mısır tasvirlerinin birbirine benzemesinin bir diğer sebebi olarak ortaya çıkar. Figürün genelinin yandan tasvir edilmesiyle oluşan perspektif görünümde göz, kaş ve omuzlar sanki önden görünüyormuş gibi tasvir edilir. Perspektif görünümde her iki kol ve el de görünür şekildedir. Bir bacak ve ayak yürüyormuşçasına her zaman diğerinin önünde, her iki ayak başparmağı da görülebilecek şekildedir. Bir insanın “gerçekte böyle durmasının imkânsız olduğu” (zira normal bir insanın profilden durup sağında/solunda kalan birine doğrudan bakması pek mümkün değil) iki boyutlu antik Mısır sanatındaki perspektif görünümün amacı vücudun çeşitli bölgelerini olabildiğince göstermektir.


Hunefer papirüsünden bir sahne. Anubis ve arkasındaki Hunefer'in perspektif görünümlü tasviri.

Antik Mısır’ın ızgara sistemi ve perspektif görünüm özellikli iki boyutlu tasvirlerinin yanı sıra atölyelerde “seri olarak” üretilen heykeller de tekdüzeliğin bir başka sebebi olarak ifade edilebilir. Seri ve idealize edilmiş bedensel özellikleri yansıtacak şekilde “antik filtreli” olarak üretilen heykellerin kime ait olduğu ise çoğunlukla üzerlerinde yazılı isimlerle anlaşılır. Hatta çoğu zaman heykeldeki ismin silinip aynı heykele başka bir firavunun isminin işlenmesi de söz konusu olabilmekteydi. Zira antik Mısır sanatında önceki hükümdarların bıraktıkları eserleri mevcut hükümdarlar için işlemek yaygın bir uygulamaydı. Örneğin Mısır’ın 19. Hanedanlığının üçüncü firavunu olan ve 66 yıl hüküm süren 2. Ramses antik Mısır’ın en üretken inşaatçılarından biri olmasına rağmen seleflerinin tapınaklarını ve heykellerini kullanıp üzerlerine kendi isimlerini ve yazıtlarını işletmiştir. Seleflerine ait heykellerin yüz hatları ve ismi 2. Ramses’e göre değiştirilip düzenlense de heykellerin idealize edilmiş bedensel özellikleri sürdürüldüğünden tekdüzelik devam etmekteydi.


2. Ramses'in antik filtreden geçmiş (idealleştirilmiş bedensel özelliklerle tasvir edilmiş) ihtişamlı heykeli (Mısır Müzesi, Kahire)

Antik Mısır sanatında tekdüzeliğe aykırı olan ve antik filtre kullanılmadan “doğal” görüntüyü yansıtan heykeller ve tasvirler nadir de olsa bulunur. Örneğin yazman (kâtip) heykellerinde söz konusu doğallığı görmek mümkündür. Oturur pozisyonda tasvir edilen yazman heykelleri idealize edilmiş beden ölçülerinden çok uzak, genellikle şişman ve gevşek vücutlarıyla gösterilmiştir (belki de genel yazman portresine uymayan tek yazman, yazıcıların tanrısı Thoth’tur, o da tanrı kontenjanından nasibini alıp gayet fit bir şekilde tasvir edilmiş olsa gerek). Antik Mısır’da yazmanlık, arzu edilen gözde mesleklerden biriydi. Zira yazmanlık, piramit işçiliği gibi ağır fiziksel emekle geçen bir hayattan kurtulmak anlamına geliyordu. Yazmanların sürekli oturarak yazı yazması ve fiziksel açıdan hareketli bir hayatlarının olmaması, kilolu olmalarını beraberinde getirmiş olabilir. Dolayısıyla kilolu bir şekilde ve filtresiz olarak tasvir edilen yazman heykellerinin gerçek görüntüyü yansıtan nadir heykellerden biri olduğu ifade edilebilir.


Bir antik Mısır yazman heykeli. Gövde kısmındaki katmanlar "baklava" değil, gayet gerçekçi ve filtresiz yağ katmanları=)

Tekdüze ve filtreli firavun heykellerine epey “aykırı” olan ve gerçeği yansıttığı düşünülen firavun heykelleri Mısır’ın “aykırı” firavunu Akhenaton döneminde görülür. M.Ö. 1353-1336 yılları arasında Mısır’ı yöneten Akhenaton, tüm Mısır tanrılarını reddedip tek tanrı (Aten) inancını getirmesiyle ve benimsemesiyle tanınır. Bu özelliği, Akhenaton’un aykırı firavun olarak bilinmesinin en önemli sebebidir. Akhenaton’un aykırılığını döneminin sanatında da görmek mümkündür. Zira söz konusu dönemdeki sanatsal tasvirlerin idealize edilmiş filtreli görünümden epey uzak, gerçek görüntüye ise çok yakın olduğu görülür. Örneğin Akhenaton’un heykellerine bakıldığında onun fit ve maskülen görüntüden uzak, feminen bedensel özellikleriyle (geniş kalça ve basen, dolgun dudak gibi) tasvir edildiği görülebilir. Akhenaton’un gerçekte de Marfan sendromu hastalığı sebebiyle feminen bedensel özelliklere sahip olduğu ifade edilir.


Akhenaton heykeli (Büyük Mısır Müzesi)

Antik Mısır sanatının özellikleri tabii ki burada yazılanlarla sınırlı değildir. Bu yazımda sadece günümüzde çokça kullanılan fotoğraf filtrelerinin idealleştirilmiş bedensel özelliklere ulaşma amacına epey benzettiğim için antik Mısır filtrelerine kısaca yer vermek istedim.

Yazının başında medya ve tüketim toplumu tarafından empoze edilen idealleştirilmiş güzellik standartlarına ulaşmak için estetik operasyonlar ve fotoğraf filtrelerine başvurulduğuna ve böylece bireyin biricikliğinden gittikçe uzaklaşıp ifadesizleştiğine değinmiştim. Tam da bu konuyu “Baştan Çıkarma Üzerine” adlı eserinde çok çarpıcı bir şekilde dile getiren Baudrillard’ın ilgili sözlerine yer vererek yazımı sonlandırmak isterim:

“…Bedeni görünür kılma pahasına öznelliği ve bireyselliği yok eden güzellik ürünlerinden, estetik cerrahı operasyonlarına kadar tüketim toplumunun sunduğu tüm olanaklar, bedenin sahip olduğu göstergelerin doğal ve içkin anlamlarını yıkarak söz konusu uygulamalar aracılığıyla yeni protez ve yapay varlıklar yaratır. Bu bağlamda, “makyaj da yüzü geçersiz kılmanın bir yoludur; daha güzel gözlerle gözler geçersiz kılınır; daha kusursuz dudaklarla dudaklar ortadan kaldırılır (Jean Baudrillard, Baştan Çıkarma Üzerine, 2014:75-116).”


3 Mart 2024 Pazar

Kaostan Önce Sis Vardı: Sisli Bir Günde Sis Tanrılarına Dair

Bir önceki “Fırtınalı Bir Günde Fırtına Tanrılarına Dair” başlıklı yazımı yazmaktaki temel motivasyonum o günün fırtınalı bir gün olmasıydı. Bu yazımı yazmaktaki motivasyonum da bir doğa olayına dayanması bakımından aynı: Bulunduğum şehirde günlerdir süren sis. Dolayısıyla sis tanrılarını anıp sisin bir an önce kalkmasını dilemek amacıyla böyle bir yazı yazmak istedim=) Fakat mitoloji bu konuda fırtına tanrılarında olduğu gibi bereketli değil. Zira sis tanrısı olarak ifade edilen tanrıların sayısı bir hâyli az. Söz konusu az sayıdaki tanrıların da biricik özelliği sis tanrısı olmak değil. Sis tanrısı olma özelliği, sahip oldukları özelliklerden sadece biri.

Antik Mısır mitolojisine başvurduğumda (tabii ki önceliğim Antik Mısır<3) karşıma çıkan Tefnut’un, sis tanrıçası olma özelliği ile anıldığı çok az kaynak var. Tefnut, baskın olarak nem, nemli hava, çiğ ve yağmur tanrıçası olarak anılıyor. Hava tanrısı Shu’nun hem kız kardeşi hem de eşi olan Tefnut, antik Mısır mitolojisinin en önemli kozmik olayını anlattığım yazımda geçen yeryüzü tanrısı Geb ve gökyüzü tanrıçası Nut’un annesi olarak karşımıza çıkıyor. Tefnut ile ilgili dikkatimi en çok çeken unsur ise isminin etimolojisi. Zira ismi “onomatopoetik” bir özellik gösteriyor. Dil biliminde nadiren de olsa “ekoizm” olarak ifade edilebilen, telaffuzu ve yazımı zor bir kelime olan onomatopoeia, tanımladığı sesi fonetik olarak taklit eden, o sese benzeyen yansıma sesleri (ekoizm) oluşturma sürecidir. Örneğin kedi ve köpek seslerini ifade etmek için kullanılan “miyav”, “hav hav” ya da saat sesini taklit eden “tik tak” gibi kelimeler birer onomatopoetik özelliktedir. Tefnut’a dönecek olursak mitolojiye göre Tefnut, babası yaratıcı tanrı Atum’un onu tükürmesiyle yaratılmış, bu sebeple Tefnut ismini almıştır. Dikkat edilecek olursa tükürme eylemi sırasında çıkan ses ile Tefnut kelimesi arasındaki benzerlik ilişkisi kolaylıkla fark edilebilir. Tefnut’un etimolojisi, dillerin kökenine son derece meraklı (bir logofil=)) ve sırf bu konuyla ilgili bir blog sahibi olarak çok ilgimi çekmesi sebebiyle bu yazımda yer almayı hak etti. Yoksa Tefnut’u bu yazımda anmamın, onun nadiren bahsedilen sis tanrıçası olma özelliğiyle doğrudan bir ilgisi yok=)

Elinde bilgeliğin anahtarı Ankh ve başında Güneş diskiyle aslan başlı olarak tasvir edilen tanrıça Tefnut görseli


Sis tanrıçası olma özelliği Tefnut’a göre daha belirgin olan tanrıça Achlys, Yunan mitolojisinde karşımıza çıkıyor. Buna rağmen Achlys, doğrudan sis tanrıçası olarak değil, daha kasvetli bir şekilde sisle ilişkilendiriliyor:

“Ölüm sisinin, ölülerin gözlerinin bulanıklaşmasının kişileşmiş hâli.”

Barındırdığı bu kasvet yetmiyormuş gibi daha da iç karartıcı bazı özelliklere de sahip olan Achlys, sisli günlerin ağır kasvetinin sorumlusu gibi görünüyor:

“Sefaletin, üzüntünün ve ölümcül zehirlerin tanrıçası.”

İç karartıcı bu özellikleri Achlys’in, “Keres” olarak bilinen dişi ruh grubunun bir üyesi olarak anılmasını da beraberinde getiriyor. Keres, Pandora’nın kavanozundan insanlığı rahatsız etmek için salınan kötü dişi ruhlar olarak ifade edilir. Bu dişi ruhlar kötülük salanlar (kakoi), hastalık salanlar (nosoi) ve felaket salanlar (lugra) olmak üzere üç gruptur. Bu noktada Achlys’in sahip olduğu iç karartıcı özellikler itibarıyla hem kakoi hem nosoi hem de lugra grubuna hizmet ettiği ifade edilebilir. Keres, acı çekerek ölenlerin ya da ölümü kanlı olanların ruhlarından ziyafet çeker. Bu sebeple “şiddetli ölümün kana susamış ruhları” olarak da ifade edilir. Bu noktada Thanatos’tan ayrılır. Zira Thanatos, ölümü şiddetli olmayan, mutlu bir şekilde ölenlerin ölümünden sorumlu bir ölüm tanrısıdır.

Tanrıça Achlys'in temsili görseli (Yunan didaktik şiirinin babası olarak bilinen Hesiodos'un tabiriyle Achlys, Herkül'ün kalkanında solgun, zayıf ve ağlayan bir şekilde göründü...) 

Achlys’in antik Roma mitolojisindeki karşılığı Caligo’dur. Bir sis tanrıçası olan Caligo, evrenin yaratılışından önceki mitolojik boşluk olan Chaos’un annesidir. Dolayısıyla mitolojiden yola çıkarak evren yaratılmadan önce kaosun, kaostan önce ise sisin olduğunu ifade edebiliriz. Sis tanrıçasının çocuğu olarak ifade edilen Chaos, gece tanrıçası Nyx ve karanlık tanrısı Erebus’u dünyaya getirir. Nyx ve Erebus ise gökyüzünün parlak ışığının tanrısı olan Aether ile gün tanrıçası Hemera’yı dünyaya getirir. İşte burada yine bir “logofil” olarak ilginç bir nokta dikkatimi çekiyor: Gün tanrıçası “Hemera” ile sevdiğim bir grup olan “İmera” arasındaki fonetik benzerlik=) Rumcadan Lazcaya geçen İmera’nın “gün” anlamına gelmesi bu durumu daha da ilginç bir hâle getiriyor. Zaten imeranın etimolojisine baktığımda da tahminimde yanılmadığımı anladım. Yunanca emeradan imeraya dönüşen kelime, Lazcaya giriş yapıp sevdiğim grubun ismi hâline gelmiş. Emeranın da antik Yunan’ın gün tanrıçası Hemera’dan geldiğini ifade etmeme gerek yok sanırım=)

Kelime merakım Achlys’in kasvetini bir anda ortadan kaldırmaya yetti. Umarım Achlys, gökyüzünden kasvetini çeker ve gökyüzü Hemera'nın ışığıyla dolar=) O zaman Hemera’yı cesaretlendirmek için İmera grubundan Türkçede “gün ışığım” anlamına gelen  İmera Fera parçasını dinleyeyim ve sizin de dinlemeniz için sizi linke yönlendireyim=)

(Not: Bu bir iş birliği değildir. Durum, sadece kelime birliğinden, yani etimolojik birliktelikten ibarettir=))

26 Kasım 2023 Pazar

Fırtınalı Bir Günde Fırtına Tanrılarına Dair

Şiddetli fırtınanın hâkim olduğu bir günde tabii ki mitolojinin önde gelen fırtına tanrılarıyla ilgili bir yazı yazmasam olmazdı. Bu yazım kapsamında fırtına tanrıları içinde en popülerleri olan Seth, Zeus ve Thor’u ele alacağım. Sadece bu üç ünlü tanrıdan bahsedecek olmamın sebebi hem yazıyı çok fazla uzatmamak hem de Seth’in en sevdiğim mitoloji olan Antik Mısır’a ait bir tanrı olması, Zeus’un okumaktan zevk aldığım bir seri olan Percy Jackson ve Olimposlular’la olan bağlantısı, Thor’un ise Marvel tarafından hikâyesine biraz müdahale edilmiş olmasıdır ki bu müdahaleye biraz sonra değineceğim. Dolayısıyla konuya ilgi duyanlar bu üç ünlü fırtına tanrısı dışında Aztek mitolojisinden Tlaloc, Antik Hinduizme ait bir tanrı olan Indra, Japon mitolojisinden Raijin ve Slav panteonundan Perun gibi fırtına tanrılarını da inceleyebilirler.

Antik Mısır mitolojisi diğer mitolojiler içinde her zaman için önceliğim olduğundan ilk olarak Seth ile başlamak isterim. Her ne kadar Seth, kardeşi Osiris’le olan güç savaşında Osiris’i öldürüp bedenini 40 parçaya bölmesiyle bilinip kötü bir üne sahip olsa da her zaman kötülükle ilişkilendirilmemiştir. Zira eski krallık (MÖ 2575-MÖ 2134) döneminde çöllerin koruyucu tanrısı olarak tanınan Seth, hem çölde seyahat eden tüccarları korumuş hem de saf bir kötü olan yılan tanrı Apep’e karşı direnerek Güneş’in doğmasını sağlayıp günü kurtarmıştır. Yeni krallık döneminde (MÖ 1550-MÖ 1070) ise kardeşi Osiris’le yaptığı savaş ve onu vahşice öldürmesi, Seth’i koruyucu bir tanrıdan kaos, yıkım ve istilalarla ilişkili bir tanrıya dönüştürmüştür. Seth’in fırtına tanrısı olarak anılmasının sebebi de işte tam olarak yaşadığı bu dönüşümdür. Yaşadığı dönüşümden sonra tıpkı şiddetli bir fırtınanın her şeyi önüne katıp yerle bir etmesi gibi Seth de kaos, yıkım ve kötülükle beslenmiştir. Eski krallık dönemindeki iyi hâllerinden hiç eser kalmamış, yaptığı iyilikler getirdiği yıkımlarla unutulup gitmiştir.

Kardeşi Seth tarafından öldürülen Osiris’in 40 parçaya bölünen bedeni, kız kardeşi ve aynı zamanda karısı olan büyü tanrıçası İsis tarafından bir araya getirilmiş ve büyüyle kısa bir süre için hayata döndürdüğü Osiris’ten hamile kalan İsis, Horus’u dünyaya getirmiştir. Sonrasında Osiris, yeraltı dünyasına geçmiş ve yeraltı ve ölüler tanrısı olmuştur. Bundan böyle Horus, babasının intikamını almak için amcası Seth ile şiddetli bir mücadeleye girmiş, bu uğurda bir gözü Seth tarafından oyulmuş (Horus’un gözü miti bu hikâyeden gelir), ama sonunda Seth karşısında galip gelip babasının intikamını almıştır.

Seth’in fırtına ve kaos tanrısına dönüşmesinden sonra Horus ile olan mücadelesi Mısır mitolojisinde iyilik ve kötülük ya da düzen ve kaos arasındaki sonsuz mücadeleyi temsil eder. Seth ve Horus’un, başka bir deyişle kaos ve düzenin dengede olması evrenin devamlılığının tehlikeye düşmemesi için önemlidir. Horus’un Seth’e kimi zaman merhamet gösterdiği bazı mitsel hikâyeler, Antik Mısırlıların söz konusu dengeye verdikleri önemle ilgilidir.

Seth (solda) ve Horus (sağda), kaos ve düzenin dengesini tasvir ediyor (Mısır Müzesi)

Bir diğer ünlü fırtına tanrısı Zeus ile devam edelim. Antik Yunan panteonunun, başka bir deyişle Olimpos tanrılarının en ünlü tanrısı diyebileceğimiz Zeus’un bu üne Percy Jackson kitap serisinden çok önce de sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ününün sebebi belki de diğer tanrılar ve ölümlülerle olan hazcı ilişkileri ve kıskançlık, öfke, şehvet vb. pek çok ölümcül günah dolu hikâyeleri olabilir. Öte yandan Yunan mitlerinin sadece Zeus’la ilgili değil, diğer Yunan tanrılarıyla ilgili de böyle “insanca, pek insanca” (bu göndermeyle de Nietzsche’yi analım=)) hikâyelerle dolu olduğunun bilinmesi gerekir.

Elinde şimşeği tutan Zeus (Yunan tanrılarının fiziksel özellikleriyle de "pek insanca" tasvir edildiğini buradan da anlayabiliyoruz)

Titanlardan Kronos ve Rhea’nın en küçük çocuğu olan Zeus, olgunluk döneminde babası Kronos’u devirmiş, Titanlar’a karşı yaptığı savaşı kazanmış ve Olimpos Dağı’nın en büyük kralı olmuştur. Zeus’un hikâyesi, Musa’nın hikâyesiyle benzerlik taşır. Zira Zeus’un babası Kronos, kendi babası Ouranos’u öldürdükten sonra kendisinin de çocukları tarafından öldürüleceği korkusuna kapılıp bütün çocuklarını vahşice yiyen korkak ve acımasız bir tanrıydı. Tabii ki Zeus dışında hepsini. Annesi Rhea, Zeus’u Kronos’tan saklamış ve böylece Zeus, hayatta kalabilmişti. Olgunluğa eriştiğinde ise korkak ve acımasız babasını öldürmüştü. Böylece Kronos’un korktuğu başına gelmiş, babasına yaşattığı kaderi kendi de yaşamıştı. Musa da annesi tarafından dönemin, bir kehanetten korkup hayatından endişe ettiği için bütün doğan bebeklerin öldürülmesi emrini veren acımasız ve korkak firavununun şerrinden korunması için bir bebekken saklanıp olgunluğa eriştiğinde firavunu tahtından indirmiştir. Bu iki hikâye arasındaki benzerlik, mitoloji üstadı Joseph Campbell’ın tüm mitolojik hikâyelerin benzer nitelikler taşıdığı yönündeki düşüncesine yönelik “kahramanın sonsuz yolculuğu” nosyonunu destekler niteliktedir.

Seth ve Zeus dışındaki en ünlü fırtına tanrısı olarak Thor’u nitelendirmek pek de yanlış olmayacaktır. Thor’un söz konusu ününe rağmen ait olduğu İskandinav mitolojisi, Mısır ve Yunan mitolojileri gibi çok bilinen bir mitoloji değildir. Bu durumun, Thor’un hikâyesinin ünlü ABD’li çizgi roman yayımcısı Marvel tarafından kolaylıkla eğilip bükülmesini, yani değiştirilmesini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Zira İskandinav mitolojisinin pek fazla bilinmiyor olması, Marvel’ın Thor’la ilgili müdahalelerinin kolaylıkla kabul edilmesini ve benimsenmesini beraberinde getirmiştir. Hatta çoğu kişinin Thor’u Marvel’la birlikte tanıdığını düşünürsek Thor’un “sinematik” hikâyesinin asıl hikâyeyi gölgede bıraktığını ifade edebiliriz.

İskandinav bereket tanrıçası Sif’le evlenen ve birden fazla çocuğu olan Thor, ünlü çekici Mjörnir sayesinde fırtınaları kontrol edip yağmurlar yağdırabilirken hem kendi evi Asgard'ı hem de insan dünyası Midgard'ı savunmak için sık sık devlerle ve canavarlarla savaşıyordu. Midgard'ın tamamını saran devasa yılan Jörmungandr ise Thor’un ezeli düşmanıydı. Kehanete göre Ragnarök (kıyamet) sırasında fırtına tanrısı Thor ile devasa yılan Jörmungandr birbirleriyle savaşacaktı. Bu savaştan sonra Thor'un çocukları da dâhil olmak üzere hayatta kalan tanrılar daha sonra dünyayı yeniden inşa edecekti. Tıpkı Horus ve Seth arasında olduğu gibi Thor ve Jörmungandr arasındaki çatışma da düzen ve kaos arasındaki çatışmayı temsil eder. Zaten bütün mitolojik hikâyelerin özü de düzen ve kaos arasındaki çatışmadan ibarettir.

Thor, çekici Mjörnir ile devlerle savaşırken (Marten Eskil Winge, 1872)


Gelelim Marvel’ın, Thor’un hikâyesiyle ilgili yaptığı müdahaleye. Marvel’ın hikâyesindeki düzenbaz tanrı Loki, İskandinav mitolojisine göre Thor’un kardeşi değil, can düşmanı Jörmungandr'ın yarı dev, yarı tanrı babasıydı. Buna ek olarak Loki, İskandinav mitolojisinde her zaman saf bir kötü olarak tasvir edilmemiştir. Tıpkı Antik Mısır mitolojisindeki Seth’in de her zaman saf bir kötü olarak tasvir edilmediği gibi. Marvel belki de iyi ve kötü arasında belirgin bir ayrım yapmak için Loki’yi Thor’un tam karşısına, saf bir kötü (antagonist/rakip) olarak konumlayarak Thor’un protagonist (baş kahraman) çekiciliğini arttırmak istemiş olabilir. Yine de Thor’u canlandırması için Avustralyalı oyuncu Chris Hemsworth’u seçerek bana göre iyi bir seçim yapmış olduklarını belirtmeliyim.

Bu yazımı yazmaya başladığımda dışarıda şiddetli bir fırtına vardı. Yazımın sonuna gelirken fırtınanın şiddetini daha da arttırdığını söyleyebilirim. Yani şu an gökyüzünde Horus ve Seth, Zeus ve Kronos, Thor ve Jörmungandr arasında şiddetli bir çatışma oluyor ve kaos (yıkım), düzen karşısında galip geliyor gibi. Gemiler batıyor, çatılar uçuyor, ağaçlar yıkılıyor…

Kaos ve düzen arasındaki dengenin bir an önce kurulması umuduyla…


17 Haziran 2023 Cumartesi

Antik Mısır Mitolojisinin En Önemli Kozmik Olaylarından Biri: Geb ve Nut’un Birbirlerinden Zorla Ayrılmaları Üzerine

Birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış yeryüzü tanrısı Geb ve gökyüzü tanrıçası Nut’un, babaları Shu tarafından zorla ayrılmaları Mısır mitolojisinin en önemli kozmik olaylarından biridir. Cümleyi bu şekilde okuduğunuzda hazin sonlu bir aşk hikâyesi aklınıza gelmiş olabilir. Hatta “Gaddar Shu, âşıkları ayırmış!” gibi düşüncelerle tanrı Shu’yu suçlamış da olabilirsiniz. Mitolojinin en sevdiğim yönü de işte tam olarak budur: En önemli kozmik olayların aşk, vahşet, entrika, hırs ve romantizmle bezenmiş ağır sembolizmi!

Öncelikle bu kozmik olayı dimağınızda somutlaştırmak için Geb ve Nut’un Shu tarafından zorla ayrıldıkları sahneyi gösteren Antik Mısır tasvirini aşağıya ekleyeyim:


Yukarıdaki görselde mavi, vücudu yıldızlarla bezeli ve “kapsayıcı” şekilde tasvir edilmiş olan, gökyüzü tanrıçası Nut’tur. Burada Nut’un kapsayıcılık özelliğini bilhassa vurgulamak istedim. Zira gökyüzünün bizi kapsayıcı özelliği bence daha güzel tasvir edilemezdi. Altta yatar pozisyonda, Nut’a göre “edilgen” ve insan görünümünde tasvir edilen ise yeryüzü tanrısı Geb’dir. Burada ise Geb’in Nut’a göre edilgen pozisyonunu vurgulamak istedim. Zira toprağı besleyen ve toprağa hayat veren suyun gökyüzünden gelmesi, Nut’u Geb’e göre etken bir konuma getiriyor. Buna ek olarak söz konusu görselde Nut’un ellerinin oldukça sağlam duruşu karşısında Geb’in Nut’a doğru yönelmiş elinin oldukça cansız ve hatta çıtkırıldım bir şekilde tasvir edildiği de söylenebilir. Bu durum bana Michalengelo’nun Adem’in Yaratılışı adlı eserini hatırlattı.

Adem'in Yaratılışı, Michalengelo'nun 1508-1512 yılları arasında Sistine Şapeli'nin tavanına boyadığı ünlü bir fresktir

Dikkat edilirse Yaratıcı’nın Adem’e uzanan etkin ve güçlü eli karşısında Adem’in elinin oldukça edilgen ve cansız bir şekilde tasvir edildiği (hani uzamsam mı uzanmasam mı dermişçesine) görülebilir. Tıpkı yeryüzü tanrısı Geb’in Nut’a uzanan eli gibi.

Konumuza dönecek olursak ilk görsele bakıldığında Nut’u kollarıyla havaya kaldırarak Geb’den ayırmaya çalışan Shu’yu görebiliriz. Peki Shu bunu neden yapıyor? Shu gerçekten âşıkları ayırmaktan sinsice zevk alan bir merhametsiz miydi? Mitolojiye göre Shu’nun merhametsiz olduğunu söylemek zor. Hatta Shu’nun âşıkları ayırması teleolojik bir temelde oldukça gerekli. Zira yeryüzünde canlılığın ve hayatın başlaması için Geb ve Nut’un ayrılması şart. Yani burada bir sine qua non durumu söz konusu (bilmeyenler için sine qua non, “olmazsa olmaz”, “gerekli şart” anlamlarına gelen Latince bir deyiştir. Genellikle bir başka Fransızca deyiş olan raison d’être ile karıştırılsa ve birbiri yerine kullanılsa da raison d’être, bir şeyin var olma amacı anlamındadır).

Yeryüzü, gökyüzü ile sıkı sıkıya bağlıyken aralarına ne hava ne de ışık girebiliyordu. Canlıların ortaya çıkabilmesi için ikisi arasına hava ve ışığın girmesi gerekiyordu. Dolayısıyla Shu, bu ulvi görevi gerçekleştirebilmek için Geb ve Nut’u birbirinden zorla da olsa ayırdı. Sonra ne mi oldu? Geb ve Nut’un Antik Mısır mitolojisinde hikâyeleri bolca aşk, entrika, hırs, kıskançlık ve vahşet temalarıyla bezeli sembolizmle anlatılan nur topu gibi tanrı ve tanrıça çocukları doğdu: Osiris, Yaşlı Horus, Seth, İsis ve Nephthys.

Çocuklarının doğumundan sonra gökyüzü tanrıçası Nut’un yeni görevi kendi çocuklarını yemekti (!). Geb’in de Nut’tan geri kalır bir yanı yoktu. O da kendi çocuklarını yutuyordu (!). Burada da yine Antik Mısır sembolizminin arşa çıktığını görüyoruz. Yazının başında bahsetmiş olduğum âşıkların ayrılma hikâyesinde hüzünlü bir aşk temasıyla bezenmiş sembolizmin, burada yerini vahşete bıraktığını görüyoruz; ancak dehşete kapılmaya gerek yok. Zira gökyüzü tanrıçası Nut’un çocuklarını yemesi,  ölen çocuklarının ruhunu göğe çekmesi anlamına gelirken yeryüzü tanrısı Geb’in çocuklarını yutması ise ölen çocuklarının cesetlerini içine alması ve kabul etmesi anlamına geliyor. Geb ve Nut’un bu görevleri, tıpkı Shu’nun âşıkları ayırma görevi gibi teleolojik temelde gerekliydi. Zira yeryüzündeki ölüm ve yeniden doğuş çevrimi bu şekilde mümkün bir hâle geliyordu.

Nut ve Geb’in çocuklarını yediği ya da yuttuğu sahneye yönelik herhangi bir Antik Mısır tasviri bulunmuyor. Bu sahneyi aşağı yukarı karşılayabilecek  bir tasviri Yunan mitolojisinde görüyoruz: Gök Baba Uranos ve Toprak Ana Gaia’nın (böylece Antik Mısır’daki yeryüzü tanrısı ve gökyüzü tanrıçası rollerinin Yunan mitolojisinde değiştiğini de görüyoruz) on iki çocuğundan biri olan Kronos’un kendi çocuğunu yerken tasvir edildiği sahne:

Peter Paul Rubens tarafından 17. yy'da resmedilen bir tasvir


Söz konusu görselde Kronos’un kendi çocuğunu yemesi açık bir şekilde tasvir edilmesine rağmen bu tasviri “ kendi çocuklarını yeme sahnesini aşağı yukarı karşılayabilecek bir tasvir” olarak nitelememin sebebi, yeme eyleminin ardındaki sebebin farklı olmasıdır. Zira Kronos kendi çocuklarından biri tarafından tahtından indirileceğinin kâhin tarafından kendisine bildirilmesi neticesinde bütün çocuklarını gözünü kırpmadan yemiştir. Ancak kehanet gerçekleşmiş ve Kronos, annesi tarafından gizlenen oğlu Zeus tarafından tahtından edilmiştir (Musa hikâyesiyle benzerliğine dikkat ediniz). Dolayısıyla Kronos’un çocuklarını yeme eylemi gerçekten de vahşi bir eylem olarak tanımlanabilir.

Kronos’tan söz etmişken Kronos’la isim benzerliğinden dolayı karıştırılan ve Yunan mitolojisinde “zamanın vücut bulmuş hâli, zaman tanrısı” olarak ifade edilen Khronos’a da değinmek isterim. Zira  İtalyan ressam Giovanni Francesco Romanelli’nin eserinde Khronos, çocuğunu yemese de derdest edip gökyüzüne götürürken resmedilmiştir.

Romanelli tarafından 17. yy'da yapılan eser (Warsaw Ulusal Müzesi)

Khronos’un bu tasviri, gökyüzü tanrıçası Nut’un çocuklarını yeme sembolizmine ve ardındaki anlama çok daha yakın. Zira zaman tanrısı olarak Khronos da tıpkı Nut gibi, zamanı dolan çocuklarını yeryüzünden çekip gökyüzüne taşıyor. Peki bu size neyi hatırlattı?